Ünal Güner | Ol An'ı okuyarak kendini ve hayatını iyileştir

Eşyanın Hakikati: Madde ve Ruh Arasındaki Gizem

Ünal Güner | Ol An'ı okuyarak kendini ve hayatını iyileştir

Eşyanın Hakikati: Madde ve Ruh Arasındaki Gizem

on Ağu 06 2025
“Eşyanın hakikati nedir?” sorusunun ardında ruhun ne olduğunun bilgisi vardır. Bizler geliştikçe, fark ettikçe, bilgi düzeyimiz, şuurumuz genişledikçe bu soruya anbean yeni bir cevap gelir ve gelişimimizle cevaplar dönüşür, eşyanın bilgisinin ardında ruhun bilgisi verilir.  Bugün eşya dediğimiz madde; en küçük birimiyle atom, daha küçük yapılarda boşluk ve o boşluğun içerisindeki olasılıklardır. Sadece bizim düşüncelerimizle şekil alan bu boşluklar; -kuantum fiziği etkisiyle- her türlü olasılığa anbean açık olarak, biz ne diler ve istersek o şekle geçebilen seyyal bir yapıdır. Birbirine hiç değmeyen ve birbirlerinden uzak olan bu olan bu elektronlar, atomlar ve atom altı parçacıklar; bir araya gelerek bize aşılmaz, birbirine sımsıkı bağlı, yapışık bir şeymiş gibi bir görüntü verirler. Oysa eşya dediğimiz şey, temel fiziğinden bakıldığında, birbirinden ayrı ve tamamen boşluklardan oluşmuştur.  Bizim madde dediğimiz şey, yavaşlatılmış ve katılaşmış bir ruh; ruh dediğimiz şey ise hızlanmış ve incelmiş bir madde yapıdır.  Örneğin Mısır'da bir insan bedeni yapılırken beş adet iç içe beden resmedilerek bedenin beş ayrı maddi yapı olduğu bilgisi aktarılmıştır. Bunlardan en dıştaki fizik, kaba beden; içeriye doğru gidildikçe ise duygusal, zihinsel ve ruhsal beden diye çeşitli maddi yapılar olarak adlandırılmıştır. Bugün astral beden, madde olarak aktarılan rüya bedenimiz dahi ince titreşimli bir maddedir; bu madde, herhangi bir duygunun ve düşüncenin henüz geldiği anda şekil alabildiği, o anda bir sürü alemlerin, paralel evrenlerin yaratıldığı bir yapıdır. Oysa kâinatın içerisinde çok daha ince ve tekâmül etmiş hızlı maddeler de vardır ve bunların her biri aslında maddi bir sistemdir.  Ruh ve maddeye dair yaptığımız bu tanımlamaların her bir tanesi maddi sistemin içerisinde madde ve ruh diye tanımlananlardır; yani her bir tanesi avatardır. Aslolan ise çok daha yüce bir yerde olan, daha öz kısmımızdır ve bizler, orayla, o öz tarafımızla ilgili, zihnimizde sadece buradaki yavaşlıklar ve hızlılıklar içerisinde seyrettiğimiz, gözlemlediğimiz kadar bilgi sahibi olabiliriz. Zihnin buradaki eşyayı anlama, çözme, fark etme ile ilgili kısmını aşarak zihin ötesinde, epifiz bezinden salgılanan bazı sistem ve bağlantılarla, enerji parçalarıyla daha yukarılara çıktığımızda üst boyutlardaki algılama ve farkındalığımızla göreceğimiz ve seyredeceklerimiz de vardır ve bunun başladığı anda boyutlar mevcuttur. Maddenin içerisinde bir sürü seyyal ve ince yapı vardır. Bizim gördüğümüz yapıysa çok daha kaba ve serttir ve bu denli sert ve kaba bir yapı olan bedenin bu kadar ince bir alanla buluşmasını sağlayan şeyin adı; can mekanizmasıdır.  Bedenin, eşyanın burada anne-baba aracılığıyla bir hazırlığı olur ve can mekanizması, ince yapı ve sistem ile burayla bir bağlantı kurar. Bağlantı kurulduğu anda bir hayat, bir canlanma başlar ve bizler bunun anne karnındaki gelişim sürecinin sonrasına doğum deriz. Oysa o can, bağlandığı hâliyle sıfırdan gelmemiş; ışığıyla, birikimiyle o bilgiyi aktarmış ve maddenin karanlığının içerisinde, kozasından çıkacağı günü beklemiştir. Hayatımızın içerisinde bizler de aynı bu şekilde hayat içinde uyanacağımız gün için hazırlanırız, bize her gece, aldığımız misyon, yapacaklarımız tekrar tekrar hatırlatılır. “Hani uyanacaktın? Hani hatırlayacaktın? Hani fark edecektin?” diyerek yardımlar yapılır ve bu eşyanın kıymetini bilmemiz, maddeye, eşyaya, kadına, dünyaya değer vermemiz istenir.  Kur’an’da şöyle anlatılır. Bütün alemler yaratılır ve Allah, gelin şimdi Adem'le Havva'nın -topraktan yaratılmış eril ve dişil enerjinin karşısında- eğilin ve secde edin, der. Tüm alem, bu topraktan, eşyadan yaratılmışın karşısında eğilip secde ettiği hâlde baş melek olan İblis, dumansız ateşten, ışıktan yaratılmış olarak nasıl olur da bu toprağın, topraktan yaratılmışın karşısında eğilirim, diyerek secde etmez. Bu, aslında bizim madde tarafımızın içeride ışık tarafımızla, ruhsal tarafımızla buluşmaya direnen tarafıdır ve değer vermediğimiz ölçüde değer verebilecek sistemleri harekete geçirerek bazen önünde eğilip, secde edip ondan özür dileyeceğimiz ortam ve kaderleri yaratmak durumunda kalabiliriz. Bu sebeple öncelikle eşyayla dahili barış sağlamamız çok önemlidir.  Eşya, bu hayat ve boyutlar içerisinde bizim için çok kıymetlidir ve bizi bir yerden bir yere taşıyacak çok önemli bir tekâmül aracıdır; ama bir araçtır, amaç değildir ve bizler bu araca saygı duydukça, kıymetini bildikçe, o da bize hizmet eder, bizlere burada tatlar sunar. Bu hayat içerisinde bizlere sunulan her şey eşyadır, eşyanın içindeki tat ise ruhtur, ruhu barındıran tattır. Çok az kişi tatla buluşur, birçok kişi ise eşyayı ruh zanneder. Bu sebepledir ki hem eşyayı hem de eşyanın hakikatini bilen, bu dünya içinde ikiyi bir kılandır.  İkiyi bir kılanlardan olma niyetiyle…  Sevgilerimle. Hoşça kalın.   Kaynak: https://www.unalguner.com/d/56679/esyanin-hakikati-madde-ve-ruh-arasindaki-gizem
Kadın ve Erkek Enerji Dengesi: Sıcak ve Soğuk Enerjilerin Rolü

Ünal Güner | Ol An'ı okuyarak kendini ve hayatını iyileştir

Kadın ve Erkek Enerji Dengesi: Sıcak ve Soğuk Enerjilerin Rolü

on Ağu 06 2025
Sıcak ve soğuk, iki farklı enerjidir ama bir buz, bir soğuk da, bir ateş de yakıcı olabilmektedir. 200 derecedeki sıcak da -200 derecedeki soğuk da aynı etkiyi göstererek yakıcı bir etki oluşturur ve her türlü aşırılık, ortak bir etkiyi meydana getirir. Soğuk, negatif; sıcak ise pozitif bir enerjidir. Bu durumda “soğuk zararlıdır, sıcağı tercih edelim” gibi şeyler demek, doğru değildir. Vücut ısısı dengesi dahil her türlü durum için ılık, her zaman iyidir. Öncelikle soğuk, bedende negatif enerjinin fazladan meydana gelmesine sebep olur; böylelikle tüyler diken diken olurken vücut üşümeye başlar ve dışarıdan içeriye doğru hücrelerde çeşitli ısıtıcı etkiler oluşur. Bu etkiler yetmediğinde ise vücudun dış kısmından içeri doğru morarmalar başlar ve uyuşma ile ölüme kadarki süreç meydana gelir.  Bedenimizde oluşan kan dolaşımının akışı, lenf akışı ve ruhsal enerjilerin meridyenler içindeki akışı; beden içerisinde belirli bir ısı üretir ve bu ısının yani yaşam enerjisinin aktarılamadığı bölgelerde çeşitli soğuk enerjiler meydana gelir, soğuk enerjinin olduğu yerlerde ise tüylenmeler oluşur. Bedende hangi bölgede tüylenmeler var ise o enerji kanalı ya da organ ile ilgili bir soğuk enerji, negatif enerji vardır veya o yolla ilgili bir tıkanma oluşmuştur. Örneğin bir kadının çene bölgesi aynı zamanda mesane ve rahim bölgesidir ve çenede tüylenme meydana geliyorsa bu bölgede soğuk enerji olduğu ve buraya yeteri kadar oksijen yollanamadığı, oksijen eksikliği olduğu içindir. Yanaklar ise akciğer bölgesi olup burada tüylenmenin meydana gelmesinin sebebi, akciğer sağlığı ile ilgili bir durumdur ve solunum yollarıyla alınan enerjinin yeteri kadar doğru konumlanmamasından dolayı, buralarda soğuk enerjinin oluşmasıdır. Tüyler, daha fazla ısı, ışık enerjisi alarak bu bölgelerdeki enerji kanalını açabilmek üzere ısı üretirler. Sıcak enerji, pozitif bir enerjidir. 37 ilâ 40-45 arası derecede vücut ısımıza yakın olan herhangi bir şeyle temas edildiğinde vücut kendini tolere edebilir ama 100 derece veya üzerindeki sıcaklıklara gelindiğinde cilt bu sıcağı çok fazla yüksek olarak algılayıp bir yanık meydana getirir ki bunun da bilindiği üzere dereceleri mevcuttur. Böylelikle sıcak da soğuğun verdiği zararı ters taraftan vermektedir. Öyleyse, pozitif enerji  veya negatif enerji olsun, her türlü aşırılık bir şekilde bedene, hayata zarar vermektedir. Kadın dişi bir enerji olarak soğuğu, erkek ise eril bir enerji olarak pozitifi ve sıcağı temsil eder ve bizler bu kavramları kadın ve erkeğin enerjilerindeki dengede de görebiliriz. Bir erkek hareket enerjisidir ama o hareket enerjisini, o sıcağı etkileyen enerji, dişil enerji olan soğuk enerjidir. Bununla beraber duygularda, düşüncelerde ve hayat içerisinde de bu ikilik söz konusudur. Öfke sıcaklığının duygusu ile kızgınlığınız, kızmanız arttıkça ateşiniz yükselip öfkeniz artabilirken soğuk olan endişe duygusu ile dondurulup buzlaşabilirsiniz ki korku; karanlık ve kar enerjisinin, en soğuk enerjinin dipteki hâlidir. Ilık enerjiye baktığımızda; sevgi, sevinç, neşe gibi huzur veren duygu ve düşünceler ılık enerjilerdir. Duygusal denge gidişatında sıcak, kızgınlık, öfke, hırs gibi aşırı pozitif ve eril duygular ile  beden içerisinde soğuğun meydana getirdiği aşırı sıcak ve dişil enerjilerden orta duygulara geldikçe sıcak ve soğuğu dengeleyebiliriz. Bununla beraber nerede sıcak, nerede soğuk enerjiye ihtiyaç duyulduğu kısmı da önemlidir. Erkeklerin üreme organları sperm üretimi için serin bir enerjiye ihtiyaç duyarken kadınlar ise daha sıcak bir enerjiye ihtiyaç duyarlar.  Kalbimiz, sıcak bir enerjidir ve kan dolaşımı ve hareket enerjisinin sıcağa ihtiyacı vardır; bununla beraber ise aşırı sıcak, kalbe büyük zararı verir çünkü ateş elementinin unsurudur.  Böbreklerimiz ise soğuk enerjinin bir unsurudur ama soğuk en çok böbreklere zarar verir. Bu durum; ikili sistemin, ikili yasalarının gözle görülen çok önemli noktalarıdır.  Kalbini kapatan, sertleştiren, katı bir şekilde koruma altına alıp perdesini kapatan insanlar soğuk insanlardır. Soğukluk endişedir ve endişenin olduğu yerde güvensizlik vardır. Hayata, kendine ve Yaratan’a güvenmeyen insanlar soğuk insanlardır.  Fazla sıcağa giden insanlar ise alanını koruyamayıp, neye güveneceğini bilemeyen, doğru adımı atamayarak, kendi haddini bilmeyenlerdir ve bu kimseler de çeşitli etkiler ve zararlarla kendilerini tekrar güvensizlik ve endişeye döndürür. Aşırı sıcağa gidenler soğuğa, aşırı soğuğa gidenler de aşırı sıcağa gitme ya da hayatlarına çekebilme mekanizmasını kullanırlar. Bahar ise her zaman için iyi olandır. Hayatınızın huzuru, kabulü, sevgisidir; herhangi bir duyguda, düşüncede, ilişkide aşırıya gitmekten sakınmaktır.   Beden sürekli olarak dengeyi ayarlar ve bizler sürekli olarak 36 ile 37 arasında bir denge içerisinde oluruz; ilişkilerimize, hayatımıza, gönlümüze, kalbimize de bu dengeyi şuurla, idrâkle kendimiz koyabiliriz. Bize kimler ne kadar yaklaşacak, kimlerden ne kadar soğuk duracağız, kime ne denli yaklaşıp kiminle ne kadar sıcak, ne kadar ılık bir ilişki kuracağız? Bunların her bir tanesi, bizim kendimizi, enerji bilincimizi bilmemiz, görmemiz, tanımamız ve kendimizi bildikçe hayatı görmemiz, deneyimlememiz ve bunun bilgisi ile beraber akıcı bir hâle gelmemizle olur. Katılaşan, sertleşen soğur ve aşırı ısınan buhar olarak yok olurken ılıyan ise akar. Hem var olalım hem ılık olalım hem sade olalım hem de kendimizde olalım.   Sevgilerimle Hoşça kalın. Kaynak: https://www.unalguner.com/d/56678/kadin-ve-erkek-enerji-dengesi-sicak-ve-soguk-enerjilerin-rolu
Bedene Bakarak Hayatı Anlamak: Yaşamın İzlerini Okuma Rehberi

Ünal Güner | Ol An'ı okuyarak kendini ve hayatını iyileştir

Bedene Bakarak Hayatı Anlamak: Yaşamın İzlerini Okuma Rehberi

on Ağu 06 2025
► Yüz ve Mimikler   ► Eller ve Ayaklar   ► Dil   ► Ağız ve Dişler   Kaynak: https://www.unalguner.com/d/56677/bedene-bakarak-hayati-anlamak-yasamin-izlerini-okuma-rehberi
Bedendeki Enerji Noktaları ile Doğal Şifa Yöntemleri

Ünal Güner | Ol An'ı okuyarak kendini ve hayatını iyileştir

Bedendeki Enerji Noktaları ile Doğal Şifa Yöntemleri

on Ağu 05 2025
Hücrelerimizin her bir bölgesi bir enerji merkezidir ve bunların tümü birer enstrüman gibidir; bu enstrümanların tınısının ortak yeri ise bedenimizdir. Bunlardan herhangi birinde bir ritim bozukluğu veya uyumsuzluk bir belirti olduğunda hastalık ortaya çıkar ve hastalık nedir diye sorulduğunda şöyle net bir cevap verilebilir: Enerji eksikliği   Bedenin ihtiyacı olan enerji nedir ki bunun eksikliği hastalıklara yol açmakta olsun? Aslında basit ve sadedir: - Işık - Oksijen - Su - Tuz Bu maddelerin tümünün ortaklaşa taşıyıp hücrelere yolladığı şey bilgidir ve herhangi birinde eksiklik olduğunda, enerji eksikliği sebebiyle organda veya bedende ‘hastalık var’ deriz. Öncelikle ışığa ihtiyaç vardır ve bu ışığı taşıyacak olan oksijene ve suya. Oksijen ve su bedenimize enerjiyi, ışığı, bilgiyi taşırken bunu hücrelerimizde tutacak olan ise minerallerdir yani magnezyum, sodyum ve potasyumdur. Bir elmayı büyük oranda sudan oluşmakta olmasına rağmen ısırdığımızda ağzımıza su boşalıyor ya da elma çeşme gibi akıyor değildir. Bunun sebebi, içindeki doğal tuzların suyu tutmasıdır. Gün ışığı, su, mineraller ve oksijen o elmanın her bir hücresinde bulunmaktadır.  Bedenimizdeki her bir hücre büyük oranda sudan oluşmaktadır ve suyun içinde taşıdığı şeyler, oksijen ve ışıktır; bu oksijen ve ışık enerjiye dönüşerek kişiye hayat verir. Su; içimizde çeşitli organlarda can, can suyu olarak ve damarımızda kan olarak tutunabilmek için minerallere ihtiyaç duyar.   El Meridyenleri   Varlığımız; beden, duygu, zihin diye ayrılan şeyler değil, bir bütün olarak bunların her biridir ve bu taneler, birbirini etkiler, tetikler. Duygularımızın, bedenimizin organlarıyla bağlantısı vardır yani duygusal dengesizlikler ve bedensel rahatsızlıklar birbirleriyle senkronize hâlindedirler. Duygular bedenimizi etkiler hatta bedenimizdeki durumlar duyguyu yaratabilir. Örneğin; ne kadar korkulursa böbrekler o kadar zarar görebilir ve böbrekler ne kadar zarar görürse o kadar çok korku üretebilir. Duyguda ve zihindeki eksiklik ve ihtiyaçlar tamamlanmadığında şuuraltı bedendeki eksikliği tamamlattırmaz. En iyi tıbbî müdahale, bedenin kendi kendini iyileştirebileceği bir ortam yaratmaktır. Bunun için negatif enerjiyi, enerji blokajlarını temizlemek; olumsuz duygu, düşünce, toksin, parazit, virüs ve bakterilerden bedeni arındırmak önemlidir. Beden bu toksinlerden arındıkça doğal iyileşme süreci ile beraber beden kendi işini yapmaya başlar.  Belli ses ve frekans uygulamalarıyla da organlarda arındırma sağlanabilir ve bağışıklık sistemi güçlendirilebilir.   Ayak Meridyenleri   Enerjinin bedenimizde hareket ettiği belli yollar, meridyen olarak adlandırılır. Bu meridyen bağlantılarındaki belli noktaların üzerinde hafifçe bastırarak yapacağımız masaj teknikleriyle buralardaki tıkanmış enerjiyi harekete geçirebilir, enerji dengesini sağlayabiliriz. Böylelikle vücudumuzdaki enerji akışı dengelenir ve bütün doku, organ ve sistemler uyum içinde çalışabilir. Yukarıdaki çizimlerde el ve ayaktaki meridyenler ve hangi noktanın hangi organımızla veya rahatsızlıkla ilgili olduğu gösterilmiştir. Bu noktalara dokunarak herhangi bir sertleşme, pütürleşme veya ağrı var olup olmadığını hissedebilirsiniz. Bir hissediş olması hâlinde burada bir şey varmış farkındalığı ile o noktalara hafifçe masajlar yapmanız önemlidir.  Hafif bir baskı uygulayıp yavaşça ovarak pütürleri ezip güzelce masajlar yapabilirsiniz. Bütünlüğün içerisindeki mesajları doğru okuyarak, ihtiyaçlarımızı fark ederek kendimize şifa yapabiliriz.   Sevgilerimle Hoşça kalın. Kaynak: https://www.unalguner.com/d/56676/bedendeki-enerji-noktalari-ile-dogal-sifa-yontemleri
İrade Kullanımı ve Kader: Seçimlerimizle Hayatımıza Yön Vermek

Ünal Güner | Ol An'ı okuyarak kendini ve hayatını iyileştir

İrade Kullanımı ve Kader: Seçimlerimizle Hayatımıza Yön Vermek

on Ağu 05 2025
  Dünya üzerinde yaşayan canlıların içerisinde seçim yapabilme özelliği olan insan, irade kullanma hakkı en yüksek olandır. Bizler dünya üzerinde kendi irademizle hayatımızı ve kaderimizi seçebilme yetkisine sahip olan en yüksek tekâmüldeki varlıklarız. Bu, bütünsel olarak çok ayrıyız veya çok özellikliyiz anlamında değil; seçim yapabilme yeteneğimiz açısından bu şekildedir. Bir seçim yaparken oradaysak, seçimin içerisinde, neyle buluşacağımızın imajinasyonunu, hayalini kurmuş isek ve neye “ol” diyeceğimizin farkındalığı ve bilinciyle bir seçim yapıyorsak o seçimin sonucu da bizi mutlu eder ve deriz ki; “ne kadar güzel seçim yapmışız ne kadar güzel bir yere ‘ol’ demişiz; çok şükür”. Fakat bazen hesap kitapla ve bencil menfaatlerle seçim yaptığımızda o seçimin sonucu bize hesap kitap ile hatta o hesabın ödetilmesi olarak döner; bu, kadersel plan da kadersel prensipler de dahil, her alanda bu şekilde cereyan eder. Her an kalbimizi dinleyerek yaptığımız bir adımda gerçekleşecek durum ve sonuç; zihnimizi, belleğimizi dinleyerek, geçmişten gelen çeşitli olayların kararıyla yaptığımız bir seçimden farklıdır. Biz eğer sadece öğrendiklerimizle değil de -ki bu da çok kıymetlidir- öğrendiğimiz ve bildiğimizle yeniye yeniden başlayabiliyor; kalbimizin sesini duyarak, ezberleri bırakarak ve bilmemeyi seçerek yepyeni bir an içerisinde yepyeni bir hisle adım atmayı seçebiliyorsak işte o buluştuğumuz her ne ise bizi mutlu eder ve bize huzur verir. Her birimizin kendimize göre kavramları olabilir. Şu iyidir, bu kötüdür, diyebiliriz; peki o şeye yeniden bakabiliyor muyuz? Ezberlediğimiz bir kavrama yeniden bakamıyorsak, onu yeniden ölçüp biçip değerlendiremiyorsak o zaman tekrardan bildiğimiz, korktuğumuz gibi durumlar meydana gelebilir. Geçmişini, geçmişteki tüm seçimlerini; “ol”anı kucaklayamayan, o kucaklayamadığıyla tekrar karşılaşmak durumundadır. Onun için yaşadığımız olayı, “ol”anı, bugüne kadarki seçimlerimizi kucaklayabilmemiz çok önemlidir; şimdiye kadar olan en iyisiydi ve en mükemmel şekliyle bizi buraya getirdi. Bu kabul, bizi içerideki sevgi kapısını açmaya götürecek ki bütün cennetimiz tam da bu kabulün içerisindedir. Bütün seçimlerimizi ve seçimlerimizin sorumluluğunu kabul edebiliriz. Evet, buna ihtiyacımız vardı, şu ana kadar onun için bununla buluştuk ama şu anda yeni bir seçim yapabiliriz ve yaptığımız seçimle birey olarak kendi hayatımızı dönüştürebiliriz. Ezberleri, rutinleri, alıştıklarımızı, alışkanlıklarımızı, kanılarımızı bırakarak kandırılmayı bırakabiliriz. Tam da burada, olmamız gereken yerde, hayata yeniden yepyeni bir bakış açısıyla bakarak, bize huzur verecek olan kaderi bir sözle, bir “ol” deyip seçerek, ‘ne olursa olsun’ demekten vazgeçerek, hayatımızın her bir anına bir tohum ekmenin sorumluluğuyla seçimimizi yapabiliriz. Severek, sevgi tohumu ekerek sevginin filizlenmesini seyredebiliriz. Seçimlerimiz bize huzur versin, buluştuklarımız tat versin ve bu tatlar bizi O’na Yaradan’a götürsün. Özümüze buluşalım.   Sevgilerimle Hoşça kalın. Kaynak: https://www.unalguner.com/d/56675/irade-kullanimi-ve-kader-secimlerimizle-hayatimiza-yon-vermek
Nefes Teknikleri ve Doğal İyileşme : Sağlıklı Bir Yaşam İçin Hareketin Gücü

Ünal Güner | Ol An'ı okuyarak kendini ve hayatını iyileştir

Nefes Teknikleri ve Doğal İyileşme : Sağlıklı Bir Yaşam İçin Hareketin Gücü

on Ağu 05 2025
Hayat nefes ile başladı ve nefes ile devam etmektedir ve tüm organlarımıza hayatın enerjisini, ışığını, pozitif enerjiyi taşıyan şey, oksijen ve nefestir. Nefesin beraberinde su, tuz, ışık gibi yardımcı elemanlar da görev alır ama nefes alınamadığında sistem tıkanır. Bazı insanlar, hayat içerisinde bilerek veya bilmeyerek nefes alışverişini kısıtlamış olabilir. Bazı yerlerde nefesini tutmuş, nefes blokajları koymuş, hayatı içine alamadığı hâl ve durumlarda nefes almayı bir anda durdurmuş olabilirler. Bazı insanlar ise çok az bir nefes ile hayatını şimdiye kadar sürdürmüş olabilir. Bizler nasıl nefes alıyorsak hayatı da o şekilde yaşarız. Dolu dolu, zengin bir nefesle mi yoksa çok kısıtlı, çok az, yaşayabilecek orandaki bir yaşamsal enerji ile mi hayata şimdiye kadar devam ettik? Şok ve kazalarda o hâl ve durumu aşağıya itebilmek, görmezden gelip unutturabilmek için nefes kesildiğinde ve o an için tutulduğunda; ileriki zamanlarda da kısık kısık ve kesik kesik nefesler devam eder ve başta akciğer sağlığı olmak üzere kalın bağırsakta ve kalp sisteminde büyük etkiler yapabilir. Öncelikle oksijenin nerede az alındığını tespit etmek oldukça önemlidir. Ciğerlerinizin bölümlerine ve ciğerlerin nefesi nerelerde alamadığına dair duygu ve düşünce testleri yapabiliriz veya bol ve derin nefes egzersizleri ile akciğeri -bir balonu şişirir gibi- aşağıdan yukarıya doğru doldurup boşaltarak tam dolu ve tam boş hâle getirebilir Böylece almayı ve vermeyi tam olarak deneyimlemek üzere çalışmalar yapmış oluruz. Bu konuda bolca yol ve yöntemin olmasıyla birlikte temel olan şey şudur: tam bir nefes alabilmek ve tam bir nefesi bırakabilmek. Nefesi tam alabilmek, özellikle kaburgaların altlarına, göbeğe hatta göbeğin altından leğen kemiklerine kadar oksijeni, havayı gönderebilmekle, vücutta canlandırıcı havayı oluşturmakla mümkündür: oradakileri yavaş yavaş sağarak, bir balonun havasını tamamen indirip boşaltır gibi bırakma eylemine geçmektir. Bu, aynı zamanda bizim duygu ve düşüncelerimizi de kolaylıkla alarak ve vererek bir yaşam dengesi deneyimlememizi sağlar. Zihin sağlığında nefes önemlidir ve zihin çoğunlukla nefesi takip eder. Nefes, kendisine yol verdiğimizde düşüncelere, düşünceleri doğru şekilde kanalize ettiğimizde ise duygularımıza, hayatımıza ve davranışlara olumlu etkiler yapar. Nefesi doğru hareketlerle birleştirerek kullanmamız önemlidir ve oksijenin gittiği yerde hayat başlamaktadır. Biz bir parmağımızı hareket ettirdiğimizde oraya kan göndermiş, kanla beraber de oksijen göndermiş oluruz. Bilmeliyiz ki hareket ile nefes bir bütündür ve bizler herhangi bir yerde olan bir rahatsızlığı veya sorunu, bir enerji bloğu ve tıkanmasını hareketlerle aşabiliriz. Öncelikle hangi kaslarımızın, hangi kemik ve eklemlerimizin ne kadar esnek ve gergin olduğunu veya bir sıkışma ya da sertleşme olup olmadığını tespit etmemiz önemlidir. Örneğin, parmaklar geriye doğru açıldığında, iç kolda gerilimler meydana geliyor ve küçük parmak ile yüzük parmağında da artış gösteriyorsa bilinmelidir ki ince bağırsaklar zorlanmış olabilir ve ateş sistemi biraz azaltmış veya harlanmış olabiliriz. Burada kalbe dikkat etmek önemlidir ve yapılacak şey; her gün bu bölgeleri açma girişiminde olmaktır. Nerede bir tıkanma varsa o enerji tıkanıklıkları yani gerginlik ve sertlikleri açarak orayı iyileştirmeye doğru bir adım atmış oluruz. Ağrı ile birlikte, oraya bağlı olan iç organlarındaki asitlerin veya yığılmaların ve onların da tekabül ettiği meridyen onarımlarını, enerji kanallarının iyileşmesini sağlamış oluruz. Spor yapmak için her zaman vakit ayırılamasa dahi organ sağlığımız, beden sağlığı ve doğal yaşam için yürüyüşler yapmamız, basit esnetmeler yapmamız önemli ve faydamızadır.   Sevgilerimle Hoşça kalın… Kaynak: https://www.unalguner.com/d/56673/nefes-teknikleri-ve-dogal-iyilesme-saglikli-bir-yasam-icin-hareketin-gucu
İtirazdan Kabul’e: İç Huzur ve Ruhsal Yolculuk Rehberi

Ünal Güner | Ol An'ı okuyarak kendini ve hayatını iyileştir

İtirazdan Kabul’e: İç Huzur ve Ruhsal Yolculuk Rehberi

on Ağu 05 2025
Dünyamız ikilikler, dualite denilen zıtlıklar dünyasıdır. Aynı noktada başlayan yaşam akışta önce ikiye ayrılır: Kadın- erkek, gece - gündüz, sıcak - soğuk, iyi - kötü gibi... Ayıran tarafımızı ifade eden bu dünya bize önce kendi sınırlarımızı çizdirir. Hayata “ben ve sen” ile başlar, ben ve diğerleri ile devam ederiz. Bu hâlimizin tanımı psikolojide “ego”, tasavvufta ise “nefs”tir; önce bizi biz yapan dışarıyla, ardından da içeriyle olan bağımızı kurmaktır. Bu aşamada bazen dışarıyı bazen de kendimizi suçlamaya meylederiz. Bir olay olur; bu olay keyifli ise bize, değil ise dışarıya aittir deriz. Hayatımızda yer alan, istemediğimiz ne varsa öteye koymayı severiz, tam bu noktada ise kendimizle ve ötelediklerimizle olan savaşımız başlar: Biz kilo almıyoruzdur, metabolizmamız yavaştır; terk etmiyoruzdur, terk eden hep karşı taraftır; çok çalışıyoruzdur ama hakkımızı alamıyoruzdur; anlatıyoruzdur, anlaşılamıyoruzdur... Yaşam akıp giderken birden bire, aynı yerde dönüp durduğumuzu fark ederiz. Etrafımızda aynı insanlar, aynı olaylar hatta aynı ifadeler dönüp durur; hayatımız bitmeyen bir kabusa döner. Tam bu kısımda devreye; koşa koşa gidilecek, bizi “erdirecek” hacılar, hocalar, psikologlar, uzmanlar, koçlar yani dışarıda danışılacaklar’ girer. Yıllar geçer, artık uzman bizizdir ancak ilacımız diğerlerine yararken bize etki etmez. Anladığımız onca kavram ruhumuza yetmez. Buluşacağımız yeri mi karıştırdığımızı, geriye doğru mu koştuğumuzu bilemeyiz. İçimizde bir yerlerde huzursuzluk devam eder. İyi ve kötü hâlâ peşimizdedir. İyiler dünyasında bunca kötünün ne işi olduğuna anlam veremeyiz. Ayırdıkça, ayrı düşeriz, birliğin kucağından kayar gideriz; oysaki huzura giden yola “itiraz” kapısından değil, “kabul” kapısından girilir. İtiraz ettiğimiz sürece içimiz köpürür ve etrafımıza kızacak olayları çekeriz. İtiraz, kontrol etme isteğimizi gösterir; bu da “benim istediğim gibi olsun” dememizdir. Bize bizi fark ettiren egomuz, bizden güçlü hale gelmiştir. Tam bu noktada, kontrol etme çabamız her şeyi kontrolden çıkarır. Hayatın akışına olan itirazımız onun yönünü değiştirmeye yetemez, olan ise bize yönümüzün tersliğini anlatır. Egomuz isteğinin peşine düşerken ruhun sesini duyamaz. Ruhun sesi incedir, kulak vermek gerekir. Akışa itiraz eden tarafımız önce ufak sonra büyük darbelerle durabilir. Bu an teslimiyet anına varıştır, ki tam orada her şey yoluna giriverir. Sesimiz kesilmiştir; içimizden gelene kulak vermiş, olanı kabule geçmişizdir. Bundan sonrasında yol yeniden ikiye ayrılır: Bu yaşadıklarıyla ruhuna kulak vererek özüyle buluşanlar ve kulağını kapayıp “mış” gibi yaparak oyalananlar. Hepimizin özü birdir ama yeryüzünün ikilik dünyası bizi özüyle buluşanlar ve buluşamayanlar diye ayırır. Özüyle buluşan olalım. Sevgilerimle Kaynak: https://www.unalguner.com/d/56672/itirazdan-kabul-e-ic-huzur-ve-ruhsal-yolculuk-rehberi
Nazar ve Büyü Nasıl Çalışır? : Manyetik Alan ve Korunma Yöntemleri

Ünal Güner | Ol An'ı okuyarak kendini ve hayatını iyileştir

Nazar ve Büyü Nasıl Çalışır? : Manyetik Alan ve Korunma Yöntemleri

on Ağu 05 2025
Hayatta neye şahitlik ediyorsak, neyi biliyorsak, hangi şey oluş hâlindeyse tüm bunların bir matematiği, bir sistemi vardır. Bilgisi ve teknik bilgisi olmayanlar, inanmıyoruz, diyebilirler oysaki -büyü, nazar- dâhil, her şeyin bir oluş mekanizması ve bir tekniği mevcuttur. Birçoğunuz nazarın ne olduğunu duymuş ve şahitlik etmiş olabilirsiniz. Eskiler, birçok insanın nazarla öldüğünden bahsederler; bu kişilerin hayatlarındaki iyi gidişlerin nazara gelerek bazı olumsuz etkiler içerisinde zarar gördüğünü düşünürler veya bunların içerisinde ya da şahitliğindedirler. Kimi insanlar için de kem gözlü, gözü değen, nazar eden diye nitelendirmelerde bulunulduğunu duymuş olabilirsiniz. Bu gibi bilgiler hurafeleştirilerek konunun matematiğinin ve mekanizma oranlarının anlaşılmaması için ucuzlatılmıştır. Öyle ki bahsedenler; akıl yönünden eksik, ilimden, bilimden, dinden uzak olarak nitelendirilerek aşağılanmışlardır. Oysa bu konunun bir bilimi, bir ilmi mevcuttur. Bol yağmurlu bir havada eline şemsiye alarak bir dağın başına çıkan kişiye yıldırımın isabet etme ihtimali yüksektir, değil mi? Oysaki yıldırım yukarıdan aşağıya düşmez, aşağıdan çekilir. Nazar denilen olay da aslında dışarıdan üzere gelen bir olay değil, kişinin kendine çektiği bir frekanstır. Bu hayat ve kâinat içerisinde hiç kimse bir başkasının izni olmadan o kişiye herhangi bir şekilde zarar verme yetisine sahip değildir. Önce kişinin ısmarlamış olması, o şemsiyeyi tutuyor olması icap eder ki yıldırım, dış etki, büyü gibi farklı mekanizmaların çekim alanının içerisine girmiş olsun. Beden içerisinde üretilen manyetik alanlar ve manyetik enerjiler; avuçlarımız, ellerimiz, ayaklarımız, nefesimiz ve gözümüz vasıtasıyla dışarıya aktarılır. Bu, birine yapılacak bir şifa olarak, bir yaratım olarak ya da zarar verici bir etki olarak kullanılabilir. Oluşan manyetik alanın ve manyetik enerjinin nazar ederek yani bakış ile karşı tarafa aktarılma hâline, halk arasında “nazar değmesi” denilmektedir. Kimi insanların nazarı daha çok değer, baktığı anda manyetik enerjisini daha fazla yoğunlaştırıp odaklayabilirken kimi insanların odağı daha az olabilir. Kimileri imrenmeyle bakıp imrendiğini kendi hayatına isteyerek çekerken bunu olumsuz ve negatif bir enerjiyle yaptığı için de gözleri ile zarar verebilir. Burada nazar edilen insanın çekim alanında olması önemlidir. Bir kimse, yaşadığı bir hâli, bir eşyayı; yeni aldığı bir kıyafeti, arabayı gereği kadar kendisine layık görmez ve başkalarına göstermek isteyip bu enerjiyle tatmin olma, kendini değerli hissetmeye çalışırsa yıldırımı çektiği yer tam olarak burası olur. Zenginliği, parayı, maddeyi sindirmiş bir şekilde kullanan kişi nazarı çekmez -tam tersine- doğallıkla, yağmurun yağdığı, şimşeğin çaktığı yerde dahi korumada olur; çünkü sindirilmiş maddî bilgiyi veya maddenin kendisi üzerinize verdiği enerjiyi almış, kabul etmiştir. Hayatın kendisine verdiği değeri ya da kendisinin o andaki değerliliğini biliyor oluşu ile, farkındalığı o an içerisinde mevcuttur. Güzellik olsun, eşya olsun, ilişki olsun; bir şey için göstereyim dendiğinde, o andan itibaren dışarının nazarları açılarak korumadan çıkılabilir, korumadan çıkıldığı anda ise dışarının nazarları kişinin manyetik alanlarının üzerinde bazı olumsuz dalgalar meydana getirebilir.  Bedenimizin etrafında çeşitli ışımalar vardır, buna aura diyebiliriz. Duygu, düşünce ve tekâmül seviyesine veya o ânın enerjisine göre bedeni çevreleyen bu titreşimlerin enerji katmanları zarar gördüğünde auralarda yırtıklar, çeşitli zararlar veya parçalanmalar meydana gelebilir. Bu zarar görme durumu da duygu, düşünce ve fizik bedeninde, kaderde, hayat içerisinde çeşitli olumsuzlukları meydana getirebilir, yaratabilir. İşin mekanizmasını bildiğimizde görmekteyiz ki korunma da kendi içindedir. Evrende aslında bir tane enerji vardır. Bu, bir enerjinin aşağıya yani bizim dünyamıza doğru indiğindeki hâli ise düalite yani pozitif-negatif, iyi-kötü vb. diye adlandırdığımız iki tane enerjidir. Bu enerjileri kimisi hayra kullanırken kimisi hayırsız işlerde kullanabilir. Herkes, kendi vazifesinde, kendi işinde ve misyonunda yoluna devam eder. Önemli olan, her birimizin kendi şuur ve idrâki ile hangi alanı seçeceğimiz, kendimizi nerede koruyup nerede korumayacağımız ve yahut nerede olumlu veya olumsuz işlerin içinde olacağımızın kararını vermemizdir. Nazar olayında olduğu gibi, büyüyü de çeken, insanın kendisidir. Kişi şunu söyleyebilir: “Ben mi gittim, büyü yaptırdım?” Evet, öncelikle, ‘çeken, kişinin kendisidir.’ Bunun ifadesi, ısmarlaması, talebi kişiden gelir ama bu durum, büyüyü yapan kişiyi bu eylemin dışında tutar demek değildir; bu kısım, büyüyü kendine çeken kişiyle ilgili olan kısımdır. Büyü mekanizmasında iki temel yasa çalışır. Bunlardan bir tanesi, ‘parça bütüne aittir’ yasasıdır yani bir kişideki herhangi bir parçayla bütününe etki yapabilme sistemidir. Bu sistemde, kişide olan basit bir unsurun üzerine yapılacak olan bir eylem ile bedenine, hayatına çeşitli etkiler meydana getirilebilir. Bunun tıptaki adı, homeopatidir: En küçük bir parçayla bir gıdanın, bir besinin, bitkinin en küçük parçasının en büyük etkiyi yapacağı ilkesidir. O hâlde düşünelim: Kendi kıyafetlerimizi kimlere kullandırıyoruz? Kendi özel alanlarımıza kimleri alıyoruz? Kendimize özel olarak ayırdığımız mekân, enerji, bilgiyi kimlere açıyoruz? Bu alışverişlerin her bir tanesinde dışarıdan çeşitli enerjileri alma ihtimali artacaktır ama en önemlisi; korku, endişe, öfke, kızgınlık gibi hâllerle bedensel titreşimler düşürülürse bu düşük frekanslar, dışarıdan da düşük frekansları hayata çekmeyle ilgili büyü davetiyesi olur. İşte bu kısım, mekanizmanın gerçekleştiği esnadır.  Hayat içerisinde sevgi, şefkat, yardımlaşma, güzel duygular ve olumlu enerjiler içerisinde gerçekten bu hayatın bir parçası olarak aktıkça korumada oluruz. Almayla verme enerjilerini dengeleyen, tam bir hizalanma içerisinde olur. Bu denge enerjisi kaçırıldığında ise dışarıdan tamamlayıcı bir etki veya frekans hayata davet edilebilir. Böylece kişi birilerini negatif enerjilerde kullanabilir ya da hayatına olumlu veya olumsuz frekanslar çekebilir. Büyü mekanizmasının diğer önemli yasası ise ‘benzer benzeri çeker’ ilkesidir. Burada, ne ile neyin eşleşeceği, ne eksiltildiğinde ne ile tamamlanacağı, hangi benzerin hangi benzerle çekileceğinin matematiğinin ve mekanizmasının iyi anlaşılması çok önemlidir. Burada temel şey, nazar olayında olduğu gibi şemsiyeyi alıp damın başına çıkmak değil, tam tersine, Rahman ve Rahim olanın korumasına sığınmaktır. Hiç kimse Yaradan'dan daha güçlü değil, hiçbir şeyin koruması O’nun korumasından daha büyük değildir. O’na sığınacağız ki; Rahman ve Rahim olanın korumasında, dünyada pozitif ve negatifin, aşağının ve yukarının tam bir dengesi içerisinde olabilelim. Denge içerisinde gerçekten hizalanmış bir şekilde olan, korumadadır; aşırıya kaçıp bu dengeden herhangi bir yere çıkan ise çıktığı kadar dışarıdan yük almak durumunda olur.  Itiraz edilse de, hurafe denilse de bu yasalar işlemektedir; bununla beraber kendi hayatımızın içerisinde her şeyin başı biziz. Dışarıdaki insanları suçlayıp ‘şu şunu yaptı, bu bunu yaptı’ diyerek değil, her şeyin bizden başladığının bilinciyle kendimize dönerek ‘ben nerede bunu hak ettim ve şimdi kendimde neyi dönüştürerek dışarıda da bu korumayı yapabileceğim’in farkına varabiliriz.   Sevgilerimle Hoşça kalın. Kaynak: https://www.unalguner.com/d/56671/nazar-ve-buyu-nasil-calisir-manyetik-alan-ve-korunma-yontemleri
Eskiyi Bırak, Yeniyi Kucakla: Hayatta Denge Sağlama Rehberi

Ünal Güner | Ol An'ı okuyarak kendini ve hayatını iyileştir

Eskiyi Bırak, Yeniyi Kucakla: Hayatta Denge Sağlama Rehberi

on Ağu 05 2025
Hayat içerisinde, bize sunulan her şeyi almak ve vermek üzerine bir denge kuralı vardır. Sizler annenizden daima alıyor değilsiniz, anneniz de size hep veriyor değildir. Veriyor, alıyordur ve aslında her verişin içerisinde bir alış vardır. Bir anne şöyle diyebilir: “Bak çocuğum, ben sana sütümü verdim; gece kalktım, fedakârlıklar yaptım, uykusuz kaldım, saçımı süpürge ettim... Ben verdim!” diyebilir. Bir çocuk da aynı şekilde, “ben anneme, babama şunu şunu verdim” diyebilir. Evet, vermişsinizdir ama verirken ne aldınız? Hayatın içerisinde her zaman bir alışveriş vardır. Acaba sizler aldığınızı, verdiğinizi görebiliyor musunuz ya da alacağınıza ve vereceğinize karar verdiniz mi? Diyelim ki bir ilişkiniz var, bir ayrılık yaşadınız ve o ilişki bitti. Bu bir sevgili, bir iş, bir mekân olabilir. Ayrılmanın devamında, şuuraltınız kolaylıkla bırakabilmek için ‘o adam şöyleydi, bu kız böyleydi’ diyerek o şeyi öyle bir sistemle kötülemeye ve suçlamaya başlayabilir ki böylece iyi taraflarını görememe durumu oluşmaya başlayabilir. Bu sistemin yanı sıra kabul etmeme psikolojisi de vardır, inkâr psikolojisi. Belki âşık olmuşsunuzdur, ayrıldığınız kişi size bir aşk yaşatmıştır, belki size bir çocuk vermiştir. O paylaşımların içinde çok güzel şeyler yaşamışsınızdır ama şuuraltınız onların hakkını vermekten ziyade kötüleyerek, iterek uzaklaştırma ile ilgili çalışmalar yapabilir. Bu kısmı fark etmeniz, anlamanız oldukça önemlidir. İnsanoğlu o kadar kolay bırakamıyordur ki bırakmak için o şeye kötü demeye ihtiyaç duyuyordur. Bir şeye ancak çok kötü diyebiliyorsa o şeyi bırakabiliyordur. Bir şeyin bırakılabilme zamanının geldiğini bilemeyen bir tarafımız olabiliyor. Oysa bir alışverişe gittiğimizde, bir peynir aldığımızda ürünün son kullanma tarihine bakarız. Tarihi geçmiş ürünler için, bunu almayayım, deriz. Peki hangi duygumuzu, kararımızı, yaşadığımız hangi hâli son kullanma tarihi geçtiğinde bırakıyoruz? O şeyi hayata tekrardan verebiliyor muyuz? Ölebiliyor muyuz orada? Birçoğumuzun sorun, problem dediği konu tam da burada başlıyor: Verebilme zamanı geldiğinde vermemek, son kullanma tarihi geçmiş olan ilişkileri, duyguları, düşünceleri, hatıraları, bilgileri, yaşanmışlıkları rafta tutmak. Bir şeyi bırakma vaktimizin geldiğini nereden anlarız? Evlerinizde eşyalar, kıyafetler biriktiriyor musunuz; kaç dönemdir giymediğiniz yazlık ve kışlıklarınız var mı? Bunlar olabilen şeyler. Kimse bu şeyin son kullanma tarihi geçti demez ama siz bilirsiniz. Belki o kıyafeti bir daha hiç giymeyeceksinizdir. Dünya başıboş bırakılmış bir yer değildir. En ücra yerlerinde ateşe tapan, ilkel ayinlerle törenler yapan insanların olduğu yere dahi  bilgi inmektedir. Bir alışveriş vardır ve göğün kapısı her yere açıktır. Önemli olan bizim kendi içimizdeki o kapıyı açıp alışverişe geçebiliyor olmamızdır. Kendi varlığımızdan, kendi özümüzden alabilmemiz ve verebilmemiz önemlidir. İnsan, burada bir şeyleri bırakmadığında ruhundan ve özünden alamamaya başlar. Maddeden o kadar almak istiyordur ki bu sebeple ruhundan alamamaktadır. Oysaki ikisi de şunu der: Ben sana vereceğim ama boş yerin var mı? Yeni bir şeyler istiyorsun, hayatında -bir ilişki, bir hâl, bir durum olsun- yeni bir şeyler talep ediyorsun; yeni bir şeyin alınma talebinde bulunuyorsun, peki sen eskisiyle olan bağı kestin mi, eskisini bıraktın mı? Bazen şunu söyleyeniniz olabilir; yeni sevgili, yeni aşk istiyorum. Bu kişilerin evlerine baktığımızda eski sevgilinin ne kadar malzemesi, hediyesi varsa, ne kadar resmi varsa orada duruyordur ve bağlar da durmaya devam ediyordur. Bir yenisi gelse dahi kişinin yeni için bir yeri yoktur. Yenisi var diye kendini kandıracaktır. Alış için veriş önemlidir. Nefesinizi bırakmadığınız gibi, geçmişi sımsıkı tutarak yeniye bakarsanız yeniyi içeriye alamazsınız. Burası hayat ile alışverişin en ince noktasıdır. Deneyimlerinizi, bilgilerinizi, bir kıyafet, bir yaşantı, bir ilişki gibi minnet duyarak ve sahiplenerek, “Bu benim inancım, ben bunu yaşadım, bunu yaşarken neler çektim biliyor musun? Bu ağrılar, bu sızılarla aldım bu bilgiyi; bu ilişkideki kızgınlık, hınç, kin beni ayakta tutuyor!” diyerek tuttuğunuzda, bu sefer bu alana odaklandığınız için bu alan içerisinde insanlar, olaylar yaratırsınız. Bu alanı genişletirsiniz, kameranın kadrajı burada olduğundan çekeceğiniz alan da burası olur. İfade ettiğiniz; ağzınızdan çıkan, aynı zamanda  kulağınıza da giren olduğu için; yani verdiğiniz, aynı zamanda da aldığınız olduğundan alışverişi kendi kader planınız içinde kendiniz yapar, yaratır ve duyar, gerçekleştirirsiniz. Kısır döngünün mekanizması bu şekilde oluşur. Peki olan nasıl değişir? Bir kelime ile... O kadar basit mi, diyebilirsiniz. Evet, o kadar basit, ama o basit görünen şeyin arkasında sizin potansiyeliniz, koca bir şuuraltınız vardır. Buzdağının üzerine bir kelime çıkar ama o bir kelimenin ardında hayata sunduğunuz, ısmarladığınız, alma talebinde bulunmak üzere verdiğiniz vardır. İfade etmek, bir şeyi vermektir yani eril bir şeydir. İfade edip vererek alma talebinde bulunduğunuz şey potansiyelinizden gelir; gördüğünüzden, öğrendiğinizden. Bir kişi 10 yaşında iken bir deneyim yaşadı ve kafasında o deneyime dair bir not, bir fotoğraf alarak bunu bir inanç hâline getirdi ise o kişi artık o inandığının malı hâline gelir ve o şey, kişiyi yönetmeye başlıyor. Sahiplendiği şey kişiyi yönetir duruma geçer. Sahiplenmeyi bırakarak sahip çıkmanız önemlidir. Size verilen ve sunulanlara emanet olduğunu bilerek sahip çıktığınızda sizin olmadığını bildiğiniz için o şeyi kolaylıkla verebilirsiniz. Oysa, bu benim, bunu kimseye vermem, ben bunun sahibiyim, dediğiniz şey eninde sonunda eliniz acıtılarak sizden alınır. Her canlı ölümü tatmak ve sizler aldığınız şeyi bırakmak durumundasınız. Bugüne dair kararlar alın. Bugün, burada yeni bir hayata yeniden bakın. Yeniyi eski sirke kabına koyarsanız olmaz, der eskiler. Eski kaba koyulan yeniye eskinin kokusu siner. Yeni bir şey almak için yeni bir kabınız olsun. Deneyim, tecrübe, bilgi; bunlar için aklınızla kararlarınızı verecek güçtesiniz. Şu an bütün potansiyelinizle yeniden bakarak, yeni bir karar verip bir adım attığınızda adımınız sizi şimdiden mutlu edecektir.   Sevgilerimle Hoşça kalın. Kaynak: https://www.unalguner.com/d/56670/eskiyi-birak-yeniyi-kucakla-hayatta-denge-saglama-rehberi
Otorite ile Barışın, Hayatınıza Özgürce Yön Verin : İçsel Dönüşüm Rehberi

Ünal Güner | Ol An'ı okuyarak kendini ve hayatını iyileştir

Otorite ile Barışın, Hayatınıza Özgürce Yön Verin : İçsel Dönüşüm Rehberi

on Ağu 05 2025
Kurallar, otorite ya da emir olarak anlatılanlar, otorite figürleri tarafından verilen emirler kişisel gelişim sürecinde bazen rahatsızlık oluşturabilir. Hayatınızdaki birisi sizden bir şey istediğinde, ‘bana bunu getir’, ‘bana şunu ver’ ya da ‘şunu verir misin?’ gibi sözler söylediğinde içinizde bir tepki oluşmuş olabilir ya da çocukluğunuzda anne veya babanızın size yapmış olduğu kural koyucu bazı etkilere olan rahatsızlığınız devam ediyor olabilir. Rahatsızlık oluştu ise sebebini fark etmek ve otorite ile barışmak önemlidir; otorite ile barıştığımızda ve bize ne anlatmak istediğini fark ettiğimizde dönüşüm başlar. Hayatın gerçek otoritesi aslında sizsinizdir ama o koltuğu boş bırakırsanız sizin yerinize başkaları karar vermeye, hayatınızı sizin yerinize yönetmeye başlayabilir. Çocukluk döneminizi baskıcı anne ve baba ile geçirmiş olabilirsiniz, ki bu da bir ihtiyaçtı. O baskıcı anne-baba, koyduğu aşırı kurallarla belki de sizi hayat ile dünya ile topraklamış, gerçek dünya ile bağ kurmanızı sağlamıştır ve sizler bu ihtiyaçları görüp fark etmediğinizde ileriki zamanda eşiniz ile patronunuz ile devlet ile yani otoriter figürlerle de sorunlar yaşamış olabilirsiniz. Bizler önce otoritenin anlamını kavrayarak, sonra da bu otoriteyle olan sorunumuzun kaynağını görerek çözüme ulaşabiliriz. Otoriteye, kurallara ve disipline niye ihtiyaç duyduğunuzu anlamanız önemlidir. Siz eğer o kural kalktığında kendiniz için gerçekten hayırlı ve faydalıyı yapacak durumda değilseniz dış otoriteye olan ihtiyacınız devam eder. Her şeyi boş veren bir kimse iseniz ve içeride tembellik, ertelemecilik potansiyeliniz var ise birisinin sizi dürtüklemesine ihtiyaç duyarsınız. Bu sebeple seçmiş olduğunuz aile üyesi hayatınızdan gittiğinde, ihtiyacınız hâlâ devam ediyor ise onun yerine bu sefer -bir patron, bir müdür, bir devlet ya da kurumsal bir yönetici olsun- farklı dışsal otoriteleri koyarsınız. Sizler kendi hayatınızın sorumluğunu alırsanız, işlerinizi güzel bir ajandayla düzenleyebilirseniz; günlük, aylık, yıllık programlar yapıp aslında kendiniz için gelecekle ilgili güzel eylemler çağırabilirseniz o zaman dışarının sizi baskı altına almasına olan ihtiyacınız azalır ve içsel özgürlük sürecinizi başlatırsınız. İçinizden “Bu kadar basit olabilir mi?” diyebilirsiniz. Evet, bu kadar basit! Sizler kendi hayatınızın yöneticisi iseniz, bunun siparişini ve ihtiyacını da siz dillendirmiş, siz istemişsinizdir.  Geçmişteki otoritenin üzerinizdeki baskısının nedenini fark edip orayı teşekkür ve şükürle kucakladığınızda, bugünkü hâli de kucaklayıp size bugüne kadar uygulanan baskının şükrü ile yeniden bunları üzerinizden kaldırabilirsiniz. Fakat şükredecek bir hâlde değilseniz, bu hâli kabul edemiyorsanız gelecekte de aynı olaylara ihtiyacınız içeride devam eder. Öncelikle bugüne kadarki otorite sorunları olarak gördüklerinizin sizinle alakalı olduğunu fark etmeniz ve o otorite figürleri ile olan kavganızı bitirmeniz çok önemlidir. Otorite ile olan sürtüşmelerinizin devam etmesi, oranın sizin üzerinizdeki etkisini fark etmemeniz ve onu bırakmak istememenizden kaynaklanır. Asıl dönüşümün ince noktası ve bilgisi şudur: Her biriniz kendi hayatınız içerisinde kendi kaderinizi oluşturan gerçek otoritelersiniz. Başka otorite figürlerine kızıyor gibi yaparken işin aslında kızdığınız, öfkelendiğiniz kendinizsinizdir. Yeryüzünde O’nun suretinde yaratılıp gerçek bir otorite olarak kendi hayatını yaratma yetkinizi yargılamaktan, suçlamaktan vazgeçip tam tersine onu kucakladığınızda otoriteyle barışmış olursunuz. İster anneniz, babanız, geçmişteki otoriteleriniz olsun, ister kendi yaratımlarınız olsun, barışırsınız. Her birimiz tatlı, güzel yaratımlı, yarattığımızı onaylayan ve kabul eden güzel günler içinde olalım.   Sevgilerimle Hoşça kalın. Kaynak: https://www.unalguner.com/d/56669/otorite-ile-barisin-hayatiniza-ozgurce-yon-verin-icsel-donusum-rehberi
Kalbin Derin Anlamı ve Şifalanma Yolu

Ünal Güner | Ol An'ı okuyarak kendini ve hayatını iyileştir

Kalbin Derin Anlamı ve Şifalanma Yolu

on Ağu 05 2025
Beynin çalışma programı ile ilgili birçok gelişmeler, çalışma yapısı ile ilgili birçok keşifler yapılmasına rağmen kalp, hâlâ bir organ olarak bilinmektedir ve kalbin derin anlamları ve içeriğiyle ilgili henüz pek bir bilgi aktarılmamaktadır. Dilimize gelmiş olan “kalp kırıklığı”, “kalp incinmesi”, “yürek sızısı” gibi ifadeler boş yere kullanılmış değildir çünkü kalp sadece bir organ değildir. Tüm sistemi idare ederek içten, kendimize ve her bir noktaya bağlanabilme, duygusal bağ kurabilme özelliği olan çok önemli bir sistemin merkezidir. Eskiler ona Kalp Gözü ve Kalp Merkezi derler. Hayat boyunca oluşan çeşitli kalp kırıkları, incinmeler buralarda tortuların birikmesine sebep olur. Manyetik olarak kirlenen enerji sistemi, çeşitli pişmanlıklar ve geçmişle ilgili anıların duygusal yükleriyle kirlenerek katılaşır. Katılaşan kalp gözü kapanır, görmez olur ve sevgisiz bir şekilde kurumaya başlar. Bu kurumayla birlikte hayatın tadı azalır.  En kıymetli ve en önemli şifalanacak yerimiz, şifa kaynağımız kalbimizdir, kalbin açılmasıdır; kalbin katmanlarının silinerek temizlenmesi ve yeniden sevgiye akması, sevgi akıtmasıdır. Buna en önce kendimizi olduğumuz gibi sevmekle başlayabiliriz. Zihnin uydurmuş olduğu acıdan ve pişmanlıklardan arınıp, önce kendimizi affedebilir ve bağışlayabilir; sonra ise tüm yansımalarımızla güzel bir kaynaşma içerisine girebiliriz. Çevremizde görev yapan tüm vazifelilere, hayat amacımıza hizmet edenlerin tümüne teşekkür edelim. Bunun sebebini anlayarak ve fark ederek, kendimizi kucaklayarak, geçmişimizle kucaklaşarak, geçmişle barışıp bugüne gelerek, burada, kendimizi ve şu anımızı kucaklayarak ve severek kendimizi sevdiğimiz için hayatı, çevremizdekileri, ailemizi, yansımalarımızı ve tüm sistemi sevip olana hayranlık duyarak, yaptığımız işte aşkla, sevgiyle akarak şifalayabilir, içsel şifamızla buluşabiliriz. Kalbimizin şifası ol’sun.    Sevgilerimle Hoşça kalın. Kaynak: https://www.unalguner.com/d/56668/kalbin-derin-anlami-ve-sifalanma-yolu
5 Element ve Çakra Tabloları

Ünal Güner | Ol An'ı okuyarak kendini ve hayatını iyileştir

5 Element ve Çakra Tabloları

on Ağu 05 2025
► Elementler Ne Anlatır? ► 5 Element Tablosu ► Çakra Tablosu Kaynak: https://www.unalguner.com/d/56667/5-element-ve-cakra-tablolari
Bilgi ve Manevi Dönüşüm: Gerçek Hâl'e Uyanmak

Ünal Güner | Ol An'ı okuyarak kendini ve hayatını iyileştir

Bilgi ve Manevi Dönüşüm: Gerçek Hâl'e Uyanmak

on Ağu 05 2025
Öğrenmek, anlamak, fark etmek; bunlar kıymetlidir, kişisel gelişim sürecimiz ve dönüşümümüz için önemlidir fakat buluşacağımız durumla ilgili manevi hâl ve hâletimiz ile içsel dengemiz, bunlardan çok daha önemlidir. Bizler bedenimiz aracılığıyla kitaplardan, sevdiklerimizden; hayattan öğrenir, öğrenirken de bildiklerimizi hatırlarız fakat her öğrendiğimiz şey uygulamaya, her uygulamaya geçen bilgi de hâle geçmeyebilir. Bizler bu bedeni bıraktığımız, bedenle temasımız kesilip de diğer aleme geçiş yaptığımız an’dan itibaren -bilgi dahil- bedenle ilgili ne varsa burada bırakılır. Kendimizle götürebileceğimiz şey ise sadece hâl ve hâletlerimiz yani bilginin içerisinden aldığımız öz olur. O halde bu hayat içerisinde en kıymet verilmesi icap eden şey; manevi hâllerimiz, hâlleşmelerimiz olmalıdır. Bir şey öğrenmek; hâle geçirmek için kıymetlidir. Birçok kişi öğrenmenin, öğrenme kapasitesinin gücünü kullanmanın ne kadar kıymetli olduğunu anlama yolundadır fakat ulaşılacak hedef sadece öğrenmek, anlamak değil; o bilginin içerisindeki öz ile de buluşabilmektir. Bilgi bir yol, bir kendini keşfetme yolculuğudur ve onu hayat içerisinde uygulayabilmek, uyguladığımızdan da fayda, kâr elde edebilmek, manevi ve ruhsal kazanç elde edebilmek için birçok dönüşümün, dönüştürebilmenin, manevi gelişimin yollarını açabilir. Buna rağmen bu bilgi, duygularımızda bir dönüşüm meydana getirmiyorsa, düşüncelerimizle, fikirlerimizle ilgili katılıklarımızı, sertliklerimizi bırakmamızda bize yardımcı olmuyorsa o zaman o bilgi sadece yük olur. Bilgiyi yük olarak taşımaktansa onu kullanılabilir hâle getirmek çok önemlidir. Diyelim ki çok kıymetli bir arabanız var ama yakıtı yok, herhangi bir şekilde hareket ettiremiyorsunuz yani uygulanabilir hâlde değil, sadece bir görüntü olarak mevcut; işte sadece öğrenilmiş bilgi dediğimiz şey de bundan ibarettir. Peki bizler bilgileri hâle nasıl aktaralım? Hâlin içerisinde kendimizi nasıl bulalım ve nasıl uyanalım? Bizler burada herhangi bir ifadenin, bir bilginin, bir olayın içerisinde uyandıkça, içsel uyanışlar yaptıkça yavaş yavaş o bilgilerin içine sızarız. Bilginin içerisine sızıp da onu kullanabildiğimizce de bir bakarız ki bilgi, bizim ruhumuza işlemeye, hâlimize geçmeye ve hayatımıza işlemeye başlar. İlk arabamızı kullandığımızı düşünelim. Onu kullanmaya ilk başladığımızda arabanın sağına soluna, birçok yerine bakarız ve deriz ki, arabanın önünü görerek sağa, sola döneyim. Belli bir zaman sonra ise bir bakarız ki köşelerini görmeden de sağa sola manevralar yaparak geçebiliyoruz, yani artık araç bizim bedenimiz gibi olmaya başlıyor. Nasıl ki yürüyüş esnasında omuzumuzu sağa sola kıvırmamız gerektiğini düşünmeden direkt uygulayarak o durumu kendi çerçevemiz hâline geçirebiliyoruz, o bilgi bizim malımız oluyor; bir aracı, herhangi bir bilgiyi kullanırken de o bizim içimize işledi ve malımız olduysa doğal olarak onu da otomatikman kullanmaya başlarız. Bir bilgiyi hâle geçirmeden evvel tabii ki antrenmanlar, tatbikatlar yapılabilir. Hatırlamamız gereken en önemli nokta şudur ki bizler önce hayat okumaları yaparız; kendi hayatımıza, kendi kaderimize dair tespitler yaparız. O tespitlerin içerisinde küçük küçük uyanışlar oldukça; şimşekler, ışıklar çaktıkça bir bakarız ki bunlar etrafımızda bir aydınlanma ve bir uyanış meydana getirmeye başlar. İşte o uyanışın hâlimize geçmesi, gerçek bir içsel aydınlanmadır. Her birimiz bir taraftan bilgiyle dönüşelim ve hâlle kavuşalım. Kavuştuğumuz bize huzur versin, bizi mutlu etsin; buluştuğumuz Yaradan olsun.   Sevgilerimle Hoşça kalın. Kaynak: https://www.unalguner.com/d/56665/bilgi-ve-manevi-donusum-gercek-hal-e-uyanmak
Bırakmak ve Vazgeçmek Arasındaki Fark Nedir? Hayatınıza Yenilik Katın!

Ünal Güner | Ol An'ı okuyarak kendini ve hayatını iyileştir

Bırakmak ve Vazgeçmek Arasındaki Fark Nedir? Hayatınıza Yenilik Katın!

on Ağu 04 2025
Vazgeçmek; zorunlu olarak, gönülsüz bırakmak demektir. Bazen bir şeyi bırakmaya niyet edersin fakat buna gönlün yoktur, hazır değilsindir ve bırakman gerektiğini bilerek gözün arkada kalarak o şeyden vazgeçersin. Bırakmak gönüllü bir şekilde, fark ederek, karar vererek, netleşerek onunla bağı kesmektir. İnsan öğrendiğini, bildiğini biriktirmek, saklamak ve onunla hayatına devam etmek üzere bir korku ve endişe duygusuna sahiptir. Yaradan, her an her şeyi bırakıyor, yok ediyor ve her şeyi sıfırdan an içinde yeniden yaratıyor... Bu yeniden yaradılışın içerisinde biz bırakamadıklarımızla yola devam ettiğimizde, bırakamadıklarımızın tesiri ve enerjisini hayatımıza kopyalayıp onları bir daha yaşarız. Bu sefer anı diye bir şeye sahip oluruz. Anı, bizim geçmişten bugüne getirmeye çalıştığımız çeşitli haller ve durumlardır. Hal böyle olunca kişi anılar denizinde yüzmeye başlıyor. Bu eşyanın, şu yüzüğün, o kolyenin, bu hediyenin ben de şöyle anısı, hatırası var diye mutlu olduğunu zannederek geçmişin yatay ve negatif enerjisinin içerisinde yüzüyor. Kişi zaman içerisinde -yeniliklere açık olmadığından- yeninin ona verilmeyeceğine dair bir kanaat ediniyor ve geçmişi eskiyi güvenli bularak orada kalmayı yeğliyor. Geçmiş ile evliliği devam etsin diye birçok insan hayatlarını bırakamama üzerine kurabiliyor. Peki bırakamayanlarda neler oluyor? Birincisi bu kişiler duygusal yükler taşır ve kabızlık durumu yaşarlar. Tüm kabızlık çekenler bırakamayanlardır. Kilolarını veremeyenler de bırakamayanlar, aşırı yağ biriktirenlerdir. Çok zayıf olanlar ise alamıyor ve alamamalarının sebebi de eskiyi bırakamamak. Önce bırakamamanın nasıl zararlar verdiğini, ilerlemeye nasıl engel olduğunu görmek çok önemli. Bunları göremiyorsak, etkilerini fark edemiyorsak, bırakma zamanımızın geldiğini de kabul edemiyorsak o zaman bırakamadıklarımızla geriye doğru ilerlemeye devam ediyoruz. Bunun adı ise gerilemek... Kimisi geçmiş ve eski bilgilerde geriye doğru gider, kimisi inançlarda, kimisi yaşanmışlıklarda, kimisi tuttuğu fikir, düşünce ya da eşyalarda... Buradaki en önemli eksik güven eksikliğidir. Yani tüm bırakamayanların aslında sorunu güvenledir. Güvenemedikleri için kendileri hayatı kontrol etmeye çalışırlar ve bu kontrole odaklanırlar. Kontrol ile kendilerini yaşamlarının tanrısı zannederler. Bu kişiler dilek niyet kapılarını kapatıp hayatlarını kendi zihin düşünce güçleri ile var edebileceklerini zannederek İlahi yasalarla çakışırlar. Oysaki ilahi yasa ve sistemlere güvenerek hayatın, kâinatın senin emrinde olduğunu bilerek, Allah'ın bir halifesi olarak ve sadece bir “OL” demenin yeterli olduğunu hatırlayarak ifadelerinle, dileklerinle bu hayatı ve kainatı yönetebilirsin. Sen bir şey dilediğinde sana onun verileceğinden eminsen, eskiyi bıraktığında yenisi ile buluşacağının güvenindeysen o zaman kolaylıkla bırakırsın. Bu, hayatı var edenin taleplerimizi görerek duyarak yerine getireceğine bizim hayrımıza olanın verileceğine olan eminliktir. İşte o zaman eskiyi kolaylıkla bırakırız. Bırakan olma niyetiyle.   Sevgilerimle... Kaynak: https://www.unalguner.com/d/56664/birakmak-ve-vazgecmek-arasindaki-fark-nedir-hayatiniza-yenilik-katin
Baskıyla Nasıl Başa Çıkabiliriz? Otoriteyle Olan İlişkimiz

Ünal Güner | Ol An'ı okuyarak kendini ve hayatını iyileştir

Baskıyla Nasıl Başa Çıkabiliriz? Otoriteyle Olan İlişkimiz

on Ağu 04 2025
Çocukluğumda otorite çok sevmediğim bir alan olmuştu. O yüzden geçmişte, önüme konulan düzenleri ve kuralları değiştirmek, bozmak, otoriteyle karşı gelmek ve çatışmak istediğim deneyimlerim olmuştu. Belki senin de geçmişte kurallara karşı gelmişliğin, çevrende olup bitenlerle ilgili, “Ben bu kuralları değiştirmek istiyorum.” dediğin durumlar oluşmuş olabilir. Belediyen, apartman yönetimin, ülke yönetimin, işyerinde müdürünün, patronunun ya da evin içinde anne veya babanın otoritesi; seni bugüne kadar otorite ile çatışmaya götürmüş ve belki de bu sayede durumları çözmek ve fark etmek, dönüştürmek üzere sana çağrılarda bulunulmuş olabilir. Öncelikle otorite ile ilgili kavgaların, anlaşmazlıkların ya da bugüne kadar çözemediğim çeşitli durumlar varsa, bil ki yaratıcı ile arandaki bağından kaynaklanıyor. Çünkü insanın en temeldeki otoritesi yaradandır. Otorite ile olan anlaşmazlıkların, sorunların yaradan ile olan ilişkinden kaynaklanıyor. Kendine “zorundayım”, “yapmazsam olmaz” gibi, kendi hayatının üzerinde baskı oluşturacak kelimelerin ve ifadelerin varsa, demek ki otorite ile -yaratıcı ile- aranı bozmuş olabilirsin. Öyleyse otoriteyle nasıl barışacağız? Öncellikle otorite ile barışmak çok önemlidir ve otorite ile barışarak bir taraftan ifade ve kelimelerimizi dinleyip fark edip dönüştüreceğiz; bir taraftan da buna bugüne kadar neden ihtiyaç duyduğumuzu anlayıp, doğru tespit, teşhis ve iyileştirmenin de formül ve yollarını bulacağız. Özellikle anne baba modelleri içerisinde evin içindeki otorite ile yapılan, aşırıya giden, iyi gibi görünen ya da birazcık otoritenin karşısında asilik ve kurallara başkaldırı frekansları, zaman içerisinde kişinin devletle, olaylarla, sistemle çatışmaya yöneltir. İlişkiler içerisinde de belki kibarca söylenen herhangi bir kelime bile bazen kişileri isyan edecek ya da içeri alamayacak duruma getirebilir. Bu kelimenin özellikle altını çiziyorum: “alamayacak.” Kişinin otoriteyle ilgili sorunu olduğunda, kişi asında alamayacak hâle geliyor ama asıl konu burada alamamak değil, geçmişi, eskiyi ya da eskiden öğrendiği herhangi bir kalıbı bırakamadığı için yeniyi alamamak.  O yüzden, otorite ile ilgili sorun olan kişilerin kalın bağırsak, cilt ve akciğer sorunları olması normaldir. Buralar ile ilgili bugüne kadar sizin de yaşadığınız herhangi bir rahatsızlık varsa bilin ki, otorite ile arayı düzeltebilmek burada çok önemli bir rol oynayacaktır. Hayatınızı hem iyileşmek hem de dönüştürme fırsatınız olacaktır. Öyle ise evin içindeki otoriteniz babanızsa, eril, ruhsal prensip olarak, onunla yaptığınız anlaşmaları geçmişten bugüne kadar tespit ederek, asıl kökenin nerede olduğunu görüp anlayarak (bu konuda baba ile helalleşme çalışmamız var) bunları halledebilir ya da evin içerisindeki otorite tarafınız annenizse, anne veya dişi enerji ile ilgili yaşadığınız herhangi bir sorun varsa. Öyleyse önce aile modellerinden, ondan sonra çocukluk çağları içerisinde herhangi bir baskı unsurun dan, (bundaki temel sebeplerde yine alan koruyamamak, kendi alanı bilememekten) dolayı çeşitli durumlarla karşılaştıysak, bunları dönüştürebilir ya da kendinize doğru şekilde şifa yolları ve sistemleri bulabilirsiniz. Burada önemli olan, otorite figürünün aslında, ta ilahi sistemden başlayıp hayatın içerisindeki çeşitli kurallar, sistemler olarak, buraya bize düşen izdüşümleri ve bir sürü alandaki sembolleri ile olan ilişkimizi görmektir. Ben bir paso almayı bile kendime zahmet görerek bürokratik her türlü konudan kaçan bir ilkokul öğrencisiyken, tabii ki ileri yaşlarda bunun çeşitli sonuçlarını, kurallara, sistemlere karşı cephe alan taraflarını görerek iyileştirmek durumunda kaldım. İyi ki kalmışım çünkü oradaki durumları iyileştirmeye benim ihtiyacım vardı. Ama şu da vardı, bir taraftan da o asilik beni geçmiş aile kalıpların içerisinden çıkartabilmek için yine ihtiyacım olan bir barkod sistemiydi. Hiçbir zaman bulunduğunuz durumu, hâli kötü bilerek değil, her bir noktanın kendimize olan faydasını tespit edeceğiz. Evet, Ünal geçmişte otorite ile arası çok iyi olmayan bir kişiydi. İyi ki de böyleydi, geçmişten özgürleşmek için bunu kullandı. Fakat bunu otorite ile yeni kurduğu bağlarla, yeni anlaşmalarla, belki yeniden bakarak, yeni kararlarla iyileştirme yolunda. İnşallah tamamen de iyileşiriz hepimiz. Zaten hedefimiz önce görüp fark ederek, önce ilahi otorite ile, ondan sonra onun buradaki çeşitli tezahürleri ile teker teker barışabilmek. Ve biz bu barışı yaptıkça, üzerimizdeki baskı gibi gördüğümüz, “Şunu yapmak zorundasın, bunu yapmalıyım” gibi tüm bu ifadeler ağzımızdan yavaş yavaş uzaklaşırken, biz olay olarak da bir bakacağız ki kolaylaştırıcı unsurlar gelmiş. O otoritenin karşı duran kişileri, olayları bizi kucaklayıp işimizi kolaylaştıracak güzel hizmetler sunmaya başlamış. Çünkü ben almaya kabul etmişim. Almayı kabul edemeyen hayattan ve otoriteden de hizmet alamıyor bu sefer. O yüzden, gelin her birimiz bu anlatılanların ışığında hayatımıza bir daha bakıp, önce otorite figürlerimizi tespit edelim, onlarla aramızdaki ilişkileri iyileştirebilmek üzere odaklanalım, fark edelim ve farkındalığımızı açarak iyileşip, iyileştirelim hayatımızı.  Sevgilerimle, hoşça kalın. Kaynak: https://www.unalguner.com/d/56663/baskiyla-nasil-basa-cikabiliriz-otoriteyle-olan-iliskimiz
Renkler ve Şekillerin Dili: Çakra Dengesinde Yaşam Kalitesi

Ünal Güner | Ol An'ı okuyarak kendini ve hayatını iyileştir

Renkler ve Şekillerin Dili: Çakra Dengesinde Yaşam Kalitesi

on Ağu 04 2025
Şekiller, renkler, desenler, etrafımızdaki çeşitli enerjiler, üzerimizde ne gibi bir etki bırakır ve tüm bunların nasıl bir matematiği vardır? Bir kıyafet seçimi yapacağınız zaman önce renklerine bakarsınız. Mavi, mor veya lacivert gibi üst çakra renklerini ya da yeşilin tonlarını giymeyi seçtiğinizde sakinleştirici tonlar tercih etmiş olursunuz. Renkler arasında yeşil daha kabulvâri, mavi daha gevşetici iken yukarıya doğru, gökkuşağındaki renk skalasında yumuşak tonlara doğru gittikçe daha sakin, daha yumuşak renklere yaklaşırsınız. Mavi, bir taraftan ifadeyi, ifade enerjisini yükseltirken diğer yandan sakinlik verir. Mesela erkek çocuk odaları mavi olur. O hâlde mavi renk erkek rengidir mi demeliyiz? Hayır, erkeğin sakinleşmeye ihtiyacı olduğu için mavi renk, eril enerjiyi sakinleştirir. Kız çocuk rengi pembe, kırmızı tonları mıdır? Hayır, o da öyle değil. Kız çocukları daha yatayda olduğu için kırmızı ve pembe tonları onları aktive etme, hareketlendirebilme amacıyla kullanılır. Basit bir matematikle baktığımızda göreceğiz ki daha dingin, daha sakin olmayı, ifademizin sakinlikle akabilmesini istediğimiz zamanlarda mavi tonu; daha hareketli olmaya, aktive edilmeye ihtiyaç duyduğumuz zamanlarda ise kırmızımsı tonları tercih ederiz. Bir kişi siyah giydiği oranda korunmaya ihtiyaç duyuyordur. Bu renk aynı zamanda su elementiyle, su elementinin enerjisiyle de ilgilidir. Peki bu renk ne yapar?  Korunmayı sağlar, çeşitli korku ve endişelerden dolayı kişinin etrafında bir muhafaza oluşturur; aynı zamanda sürekli siyah giyinme hâli, o korku enerjisiyle o denli muhafaza yapıyordur ki kişi kendisine artık bir kafes örüyordur. Şekiller konusunda hapishaneleri ele alabiliriz: Mahkumlara yatay çizgili kıyafetler giydirilir. Hatta bazılarınız ‘yatay çizgi giydiğimiz zaman kilolu gösteriyor, o yüzden giymiyoruz’ diyebilirsiniz. Hayır, yatay çizgiler -adı üstünde- yataylaştırıyor yani sakinleştiriyor; böylece çok hareketli olduğunuz bir günde yatay çizgi sizi sakinleştirip dinlendirecektir. Pijamalar ve gecelik kullanımı için yatay tercih edilebilir. Peki dikey olursa ne olur? Enerji akışını hızlandırıp sizi hareketlendireceği için, yatarken yatayda giymeniz gereken bir şeyin dikey çizgili olması doğru değildir. Giysinizi açık mavi ile ya da sakinleştirici, dinlendirici, soğuk bir renk ile dengeleyebilirsiniz fakat yine de çizgili şeyler aktive edicidir; yani enerjinin akıp gitmesini sağlar. Peki ya kareler? Kare versiyonlu kıyafetlerde, gelen bir enerjiyi orada muhafazaya alırsınız. Yani bir Faraday kafesi gibi, enerjiyi o kafesin içerisine alıp hapsederek kendinize bir koruma yapıyorsunuzdur. Anadolu kilimlerinde desenlere dikkat ederseniz görürsünüz ki bol miktarda çapraz kareler vardır. Bu çapraz kareler oldukça önemlidir. Enerjinin hem aşağıya hem de yukarıya doğru tamamlanması, arttırılması açısından bu baklava desenleri özellikle etkili olur. Hepimizin evinde çeşitli eşyalar vardır. O eşyalar içerisinde size dönük üçgenler, kareler, sivri köşeler varsa bu sizlerin üzerine yöneltilmiş çeşitli enerji ve frekanslardır. Bunları önlemek için özellikle yumuşatıcı unsurlar ya da onlarla aranıza başka eşyalar, objeler koyarak özgürleşmeniz ve de buna neden ihtiyaç duyduğunuzu anlamanız önemlidir. Evinizin etrafına bir bakın; çeşitli şekiller göreceksiniz: kare apartmanlar, dikdörtgen apartmanlar, dairesel apartmanlar, daha uzun, daha kısa olanlar... Bunların her bir tanesi sizin şuur altınıza bazı mesajlar verecektir. Hem ruhsal rüyanızı hem seyrettiklerinizi hayata uyarlarken onları kullanabilmeniz, yaratabilmeniz ve yansıtabilmeniz için seçimlerinizi etkileyecektir. Evinizin etrafındaki şekillere, renklere dikkat edin. Eğer hoşunuza gitmeyen bir renk veya şekil varsa oraya bir çiçek, bir obje vs. koyun. Beğenmediğiniz bir manzaranın içeriye aktarılmasına engel olun. Bazen sağımızda, solumuzda, bazen de önümüzde yıkılan şeyler olabiliyor. Öyle olduğu takdirde o tarafın önüne bir çiçek koyabilir; bir enerji frekansı koyup o yıkım enerjisini bir şekilde dönüştürmek üzere bazı etkiler yapabiliriz. Bir apartmanın size doğru sivri bir çıkıntısının, bir köşesinin var olduğunu düşünelim. O köşeden gelen enerjiler için de mutlaka yansıtıcı kullanmalıyız. Tabi her zaman için öncelikle şuna bakılmalıdır: Benim bu enerjiye niye ihtiyacım var? Neden dolayı şimdi bir apartmanın ya da evimin bir kolonunun bir köşesi tam da bu şekilde bana dönük? Bununla ilgili alana bakın ve onu dönüştürmek ve iyileştirmek üzere bir adım atın. Özellikle yattığınız yerler çatı katı ise ya da orada bir kolon varsa bu yükü, bu ağırlığı taşımaya niye ihtiyaç duyduğunuza bakın, hayatınızdan bir şekilde o yük ve ağırlıklardan özgürleşmeye niyet edin ama diğer taraftan orayı temizlemekte de fayda vardır.  Birçok karı-koca ilişkisinin olumsuz yönde olmasının sebeplerinden bir tanesi yatak odası renkleridir. Yatak odası renklerinin iyi ayarlanması, orada o çakralardaki frekansların kullanılması esastır. Eğer yatak odanız beyaz ise bilmelisiniz ki beyaz; metal rengi ölüm rengidir, ki metal aynı zamanda bağırsaktır. Ölüm ise beyazdan ve bağırsaklardan gelir dünyaya, hayata, bedene. Peki buna neden ihtiyaç duyuyorsunuz? İşin matematiğini, mantığını kavrayarak bu yolda araştırmalar yapılmalıdır. Diyelim ki bir tişört, bir kıyafet giyiyorsunuz ve bunun üzerinde bir şey yazıyor: marka, amblem... Şunu diyebilirsiniz: Ne alakası var? Ben böyle bir şekli seviyorum ve ondan dolayı giyiyorum. Hayır, sizin önce ona bir ihtiyacınız var ve o ihtiyaçla o kıyafeti, o rengi, o yazıyı kullanıyorsunuz. Öyleyse o yazıya neden ihtiyacınız olduğuna bakın, o şekle, o renge neden ihtiyacınız var? Gardırobunuzu açın ve hangi dönemde, hangi ihtiyaçla neleri almış olduğunuzu bir daha gözden geçirin. Ayakkabıdan aksesuarlara kadar her bir tanesinin belli bir ihtiyaçla geldiğini göreceksiniz. Özellikle kolyeler, yüzükler, bilezikler çok önemlidir. Buradaki olumlu ya da olumsuz frekansların, taşların, taşların frekanslarının ya da oradaki rengin frekansının ne olduğu önemlidir. Mesela elmasın beyazı, siyahı vardır, değil mi? Hangi renklerle, hangi frekansta o elması takacaksınız, ki elmas zaten çok yüksek bir frekanstır. Çıkışından tutalım da birçok aşamaya dek çok önemli bir oluşum süreci vardır. Ya da bir safir, bir yakut... Bunlar nerede, ne işe yarıyor? Her birinin, özellikle renklerinin çakralarla bağlantısını, taşların yoğunluk ve sertliklerinin de enerji güçleriyle bağlantılarının olduğunu hatırlayın. Evlerinizdeki özellikle tuzların, taşların kendi duygu ve düşüncelerinizle temizlenebileceğini ya da sizin olumsuz duygu ve düşüncelerinizin taşlar, tuzlar ve eşyalar tarafından emilip absorbe edilerek tekrar size sunulacağını hatırlayın. Öyleyse, mekanlarınızda güzel konuşun, güzel ifadelerde bulunun. Kılığınıza kıyafetinize dikkat edin. Mesela bir kıyafeti giydiniz ve o kıyafet olumsuz bir şeye şahitlik etti. Onu temizleyin, enerjisini iyileştirin ya da o kıyafeti atın, birilerine verin, ihtiyacı olan birileriyle paylaşın. Çok eski kıyafetleri, eski eşyaları evinizde tutuyorsanız aslında onların enerjilerini tutmaya çalıştığınızı hatırlayın ve o enerjiler ile bağı keserek, bırakın ihtiyacı olan birisi alsın. Gardırobunuzu, eşyalarınızı ve daha da önemlisi duygu ve düşüncelerinizi yenileyerek yeni döneme geçiş yapın. Sevgilerimle. Hoşça kalın. Kaynak: https://www.unalguner.com/d/56661/renkler-ve-sekillerin-dili-cakra-dengesinde-yasam-kalitesi
Sevdiğiniz İşle Buluşmak: Hayatta Tat Almanın Önemi

Ünal Güner | Ol An'ı okuyarak kendini ve hayatını iyileştir

Sevdiğiniz İşle Buluşmak: Hayatta Tat Almanın Önemi

on Ağu 04 2025
Şu anki işini belki annenin, babanın, çevrenin baskısı ile belki de mecburiyetten seçmiş olabilirsin. “Zaten tesadüfen bu okulu kazandım, böyle yapmak zorundaydım.”, “Dünyanın ekonomisi, durumu, şartları beni bu mesleğe itti.”, “Kakaladılar, ben bu işi zorla yapıyorum.” gibi zanların varsa hayır, öyle değil.   Şu ana dek tam da ihtiyaçlarının olduğu yerdesin. Ama başka bir şey istiyorsan da o başka şey neyse o istediğinle buluşabilmek için başka bir hâlde olman ve başka bir durumda bulunman, yani buluşacağın işin frekansında ve titreşimlerinde olman gerekiyor.   Diyelim ki bir işin yok; iş arıyorsun ve bir işle buluşmak istiyorsun. Bunun üzerine şikâyet edip evde oturuyorsan, “Zaten benim bir işim yok, ne yapayım evde oturmak zorundayım.” diyorsan oturmaya devam edeceksin. Eğer gerçekten bir iş istiyorsan önce o işte çalışıyor gibi davranır, nasıl bir iş istiyorsan onun hayaliyle sabah erkenden kalkar, işe gider gibi kahvaltı yapıp evden çıkmalısın. İstersen bir kafeye, istersen bir parka, istersen işi yapacağın herhangi bir semte gidip öncelikle harekete geçiyorsun. Oturacağın yerlerin, mekanların her bir tanesini ona göre ayarlıyorsun. Hatta hangi alanda, hangi semtte, hangi konuda iş yapacaksan onunla ilgili alanları, müzeleri, sergileri, filmleri vs. seyrediyorsun.  Çünkü seyrettiğini çoğaltırsın.   Diğer taraftan, mesela birçok kişi, “Ben sevdiğim işi yapamıyorum” diyor. Peki sen kendini seviyor musun? “Eh!” Hayatı seviyor musun? “Eh!” Peki çok hoşlandığın bir şey var mı? “Bazen oluyor.” Tamam da sen neyi yaparken çok zevk alıyorsun, tat alıyorsun? Eğer herhangi bir işi yaparken tat almıyorsan öncelikle tat kısmına bakacağız. Yani neden hayattan, kendinden yeteri kadar tat almıyorsun?   Bazı kişiler oyalanmayı sever. Mesela dedikodu ile zaman geçirmeyi, birileri hakkında konuşmayı, birilerini eleştirmeyi, birilerinin hakkında kızarak öfkelenmeyi yargılamayı ve bu şekilde yatay bir halde kalmayı sevebilir. O kimseler oyalanacaklardır. Onların yeri zaten o cehennem hayatını yaşamaktır. Kimileri ise bir şey üretmek, yaratmak ister. Öncelikle hayata, bütüne katkı için bir şeyler yapmak ister. Bu üretim yapmak isteyenler için ise bir kapı açılır, “Gel bakalım, şimdi sen yaptıklarından zevk al, tat al.” denir. Eğer tat alıyorsan, aldığın bu hâli iyice hisset ve şimdi bu tadı alabileceğin işlere yönel. Bulunduğun mekanlarda bu sohbetler, bu muhabbetler konuşulsun. Ya da sen bu hali yansıtacağın ya da bu hali yaşayacağın ortamların ve işlerin içinde ol. Egzersizlerini, hareketlerini ve davranışlarını tat alacağın konular üzerine yap.   Mesela yemek yapmayı mı çok seviyorsan yemek yapma konusuna yönel;  yazmak mı istiyorsun, yazmanın içerisinde ol ama yazı yazarken tat alarak yapmak durumundasın. Tat almayacağın konuları öncelikle ele.   Bazen de tat alma potansiyelin olduğu halde, uzağa koyduğun konular ve işler vardır. O kaçtığın yerlerde -tat almadığın yerler değil- her zaman hazinelerin vardır. Belki sanattır, resimdir ya da mesela bir üretim alanıdır. Fakat sen zihninde şöyle bir engel koymuşsundur: “Tamam da o işlerde fazla para yok.” Oysa mesela belki sen bir resim, bir el işi, bir yaratım sisteminin içerisinde, bir sanatın içerisinde belki çok teknik ve çok para getiren bir iş yapacaksın. Belki bir bilgisayar programcılığı ya da bir resim animasyonu veyahut da bir dizayn, bir logo, bir tasarım yapacaksın ve bu tasarımı, resmi, çizgiyi bambaşka alanlara götüreceksin.   Bugüne kadar önündeki engelin kendin olduğunu anlamak bu konudaki en önemli noktadır. Bu noktayı anladığımız andan itibaren bahaneler kenara çekiliyor. Yani dışarıdan dolayı, bugüne kadar aldığım eğitimden dolayı, annemden babamdan dolayı, çevreden dolayı, ülkeden dolayı, dışarıdan dolayı, şu eksikliklerim ya da engellerimden dolayı vs. vs. dediğin tüm bu şeyleri çöpe atınca geriye ne kaldı? Kendi koyduğun engeller... Burada eğer istersen o engelleri birer birer kaldırabilir yerine ise açık yollar koyabilirsin. “Demesi kolay!” diyorsun. Değil.  Çünkü biz hayatı kendimizden yansıtarak oluşturuyorsak, bizdeki malzeme ve materyal hayatımıza yansıyor. Senin zor olduğuna inandığın şeyler zaten zor oldu. İmkansızların da mümkün olmadı. Oysa mümkinât aleminin içerisinde, senin dilediğin, dilediğin şekliyle oluyor, olmaya da devam ediyor. Ve sen tat almayı bilmiyorsan, bütün tatlara ‘fark etmez’ diyorsan, ifadelerinde ve kelimelerinde de “ne iş olsa yaparım” deyip, herhangi bir iş sunulduğunda “ben bu işi yapmam” diyorsan zaten bir iş almayacaksın.   Dünya hayatını tatsız buluyorsan yaptığın her işi tatsız bulacaksın. Dünyada, hayatta herhangi bir dişiyle, kadınla, madde ile hatta direkt dünya ile ilgili şikâyetin, öfken, kızgınlığın varsa bu tüm o yatay enerji ile ilgili şeylere yansıyacak. Ya da bir erkekle, ruhla, maneviyatla, zamanla ilgili herhangi bir şikâyetin, öfken, kızgınlığın, alıp veremediğin varsa bu da diğer bütün unsurlara, bütün dikeylere, pozitife yansıyacak.   Öyleyse bir taraftan ‘parça bütüne aittir’ yasasını kullanarak, bir taraftan da ‘benzer benzeri çeker’ yasasını kullanarak kendini benzeteceğin işi çekeceksin.   Sen hangi halde olursan o işi kendine doğru çekersin. Eğer içinde korkular ve endişeler varsa hangi işin içinde olursan ol, o korku ve endişe ile hayata devam edersin ve bunu iyileştirmediğin müddetçe de ister çok çok para kazanıyorum diyeceğin konu veya iş olsun, ister çok konforlu ve rahat bir işin olsun, senin rahatın olmayacak içerde. Sen kendi bedeninin içerisine rahat değilsen, kendi duygularının içerisinde huzurlu değilsen, kendi beyninin içerisinde dingin değilsen nereye gidersen git seni olumsuzluklar takip edecek.   Öyleyse, önce iç evinin içerisinde rahata ve huzura ulaşacaksın, ondan sonra o huzuru işine, hayatına, emeklerine yansıtacaksın. Dünyada bir insan yaptığı işten tat almıyor, tat almayacağı işlerin içerisinde bulunuyorsa aslında kendisine bir cehennem hayatı yaşatıyordur.   Fakat bunun arkasındaki olan şey de şudur: Herhangi bir işi aşkla yapamama sevgisizliği. Çünkü her yaptığımız iş, eylem, davranış aslında kâinata bizim sunduğumuz bir yansımamızdır ama o yansıma aynı zamanda da ruhumuza, özümüze ve Allah'a yolladığımız mesajlarımızdır. “Ben böyleyim, bu haldeyim ve bu hali sana gönderiyorum Allah'ım” deriz. Bir nevi, Hz. Adem'in çocuklarının Allah'a bir adak vermesi hikâyesinde olduğu gibi. Biliyorsunuz ki Kabil ve Habil’in ikisi de en iyi ürünlerini adamak üzere yola çıkarlar. Habil en iyi koçunu Allah'a yollar. Kabil ise zaten Allah'ın buna ihtiyacı mı var, deyip çürüyecek olan üzümünü yollar. Eğer siz elinizden çıkacak işi çürüyecek ‘üzüm’ gibi, yani “Ne olursa olsun, benim bu yapacağımı kim görüyor, kim ne yapsın? Ben bunu olumsuz da yapabilirim, kötü şeyler düşünerek de yapabilirim, öfkelenerek, kızarak, dedikodularla da yapabilirim.” diye yaparsanız o yaptığınız işin -emin olun ki- sonucu size birazcık pahalı ödetilir. Oysa en basit işin içerisinde bile sevginiz, aşkınız varsa; onu önemseyerek, o yaptığınız işi -tıpkı Habil’in en iyi koçunu bulup da Allah'a sunması gibi- siz de Allah’a sunuyormuşçasına sevgiyle, aşkla ve o denli değer vererek yapıyorsanız işte o zaman Adem'in, yani babanın onayını alırsın. Oradaki onay ruhun onayıdır. Maneviyatınızın, içinizin onayı olmayan bir iş kendi rızanızın olmaması demektir. Bir insana kendi rızası yoksa Allah'ın rızası yok demektir. Onun için kendi vicdanınızın, kendi varlığınızın, içinizin ve özünüzün rızasını alabilmek burada çok önemlidir ki bu, yaptığınız işin hakkı ile yapılması demektir.   Yaptığı işe hakkını veren bir insan yaptığı işi aşkla yapıyor demektir.   Hangi iş olduğu değil, herhangi bir alandaki işi küçümsüyorsanız küçümsenirsiniz; herhangi bir olaya tepeden bakıyorsanız o tepeden baktığınız alan ve iş üzerine de aynı muamele ile karşılaşırsınız. Yani madde ve dünyaya baktığınız gözlükle size bakılacaktır.   Onun için siz işe nasıl bakıyorsunuz, herhangi bir işe..? İsterse bir kelimeyi yazmak, bir kelimeyi ifade etmek olsun. Hayatı, ne kadar önemli olduğu tarafından görün. Hayatı kucaklayarak, severek görün ve seyredin.   Bazı kişiler dünyayı ve hayatı küçümsedi ve önemsemedi. Evet, bu hayat ve dünya gerçekten çok farklı sistem ve yasalarla yönetiliyor. Belki çok basit ilahi kanunlarla görüntüleniyor gibi görünse de bizim için çok önemli. Evet, bu dünya bir simülasyon olabilir, bir rüya olabilir ama bu rüyanın içinde biz bir gerçeklikte, bir realitede yaşıyoruz ve bu realitenin içerisinde yaşayıp fark edeceklerimizle beden ötesi alemin çeşitli kaderlerini yaratmaya devam ediyoruz. Onun için insan burada bir hâlin, bir işin, küçücük bir tadın içerisinde uyanan ve onunla buluşan olabiliyorsa, bu işin içindeki tatla, lezzetle bulaşabiliyorsa, bu tat yayılmaya devam eder. Örneğin ben üniversite yıllarının akabinde şifa çalışmaları yapardım ve bunların birçoğunu yaparken de üstüne para öderdim. Mesela yol parası vererek insanların yanına gidiyordum, anlatayım, konferans vereyim, seminer vereyim diye. Ve o sırada kazandıklarımı yol ve çeşitli şeyler için kullanıyordum. Daha sonrasında başka işler de eklenince şunu diyordum: “Ya ben şifacılıktan o kadar tat ve lezzet alıyorum ki bundan para kazanmama ne gerek var? Zaten o kadar çok şey alıyorum ki.” Çok şükür, gün geldi bu benim işim oldu, mesleğim oldu. Ve şu anda aslında aktararak da bir şifa yapıyorum ve bundan tat alıyorum. Her kelimenin, her harfin içerisinde, aralıklarında ve boşluklarında sevdiğim işle bir taraftan kendimi şifalayıp kendime akıyorum. Kendime aktığım gibi de öte yandan kendim ve ben gibi bildiğim sizlere akıyorum. Her birimize işimiz; aşkımız olsun, aşkımız gibi çalışalım, sevgiyle kucaklaşalım. Hoşça kalın. Kaynak: https://www.unalguner.com/d/55984/sevdiginiz-isle-bulusmak-hayatta-tat-almanin-onemi
Katılıktan Akışkanlığa: Hayatta Esneklik ve Yumuşamanın Gücü

Ünal Güner | Ol An'ı okuyarak kendini ve hayatını iyileştir

Katılıktan Akışkanlığa: Hayatta Esneklik ve Yumuşamanın Gücü

on Ağu 04 2025
Kalbi ile ilgili sertlikleri, katılıkları olan kimseler; gardını almışçasına kasılmış ve sert davranış içinde bulunanlar; çeşitli şekillerde davranış modelleri, duygu modelleri geliştiren kişiler ve bazen duygu yobazlığı yaparak hayat içerisinde kendini hissizleştiren, duyularını tamamen kapatan kişiler; bazen de yaşadıkları olaylardan, travmalardan dolayı etrafında zırhlar ile gezen bazı kişiler... Bunların her bir tanesi aslında her birimiziz. Bazen çok yakınlarınıza, dostlarınıza, akrabalarınıza, arkadaşlarınıza; bazen sevgiliniz ya da eşinize karşı kendinizi sertleştirdiğiniz ve katılaştırdığınız taraflar olabilir. Hatta bazen kendinize karşı bile sert olabilir, kendinize gaddarlık ediyor olabilirsiniz.   Bu önemli mekanizmayı fark ettiğimizde hem birbirimize olan ilişkilerimiz hem de kendimizle olan ilişkimiz, hayatla olan bağlarımız güzellikle iyileşebilir.  Öncelikle şunu hatırlamalıyız: Bir idrak; bir sürü sorunu, problemi çözebilir. Herhangi bir konudaki karanlık noktaya bir bilginin ışığı vurduğunda, oradaki farklı açılardan görebilme yeteneklerimiz açılabilir ve “Bak, bugüne dek böyle bakıyordum şimdi ise başka şekilde de bakabilirim.” diye bir açı genişletmesi yapabiliriz. Açılarımız genişledikçe de at gözlüklerimizi çıkartarak sağımız ve solumuzdaki çeşitlikleri görebiliriz. Peki bir insan neden katılık ve sertliğe neden ihtiyaç duyar? Neden dolayı kendini katılaştırır, sertleştirir, zırhları ile gezer, neden etrafına surlar örer? Kimisinde bunu bedenindeki yağ dokularıyla, şişmanlıklarla; kimisinde kaşlarını çatarak gezerken, dolaşırken; kimisinde aşırı disiplinli ya da prensipliymiş gibi yoğun sertlik ve katılıklarla; kimisinde sert ses tonuyla; kimisinde etrafındaki korumalarla; kiminde ise bir sürü sözlerle, kelimelerle ya da bir mekânın, bir hâlin içerisine kendini hapsetmesiyle görebiliriz. Öncelikle bütün bu sertlik ve katılığın arkasında insanın korkuları, zarar göreceği zannı vardır. Bu zan; tabi ki duygularda, bedende, ilişkilerde; hayatın birçok evresinde bazen geçmiş travmaları, yaşanan deneyimleri, o deneyimlerden alınan bilgiyi doğru özümseyememe, doğru yerlere koyamama ve bunlar çözümlenemediğinde, fark edilemediğinde ise o yaşanan olayın ve travmanın bize ne anlatmak için geldiğini, hatta siparişin ne olduğunu hatırlayamamaya sebep olabilir. Hayata karşı, çevremizdeki insanlara karşı bazen gardımızı alma pozisyonunda, etrafımızdaki insanlara güvensiz, her an biri tarafından kandırılabilir, dolandırılabilir zannıyla çevreye ve insanlara karşı, hayata karşı sürekli bir gard ile gezme haline sokabilir, ki   güvensizlik oldukça güvenilmeyen insanlar ve ortamlar içerisinde olacağımız prensibini aktive etmiş oluruz. Bir kişi eğer alanını koruyamıyorsa, alanının ne olduğunu bilemiyor, haddi müdafaa yapamıyorsa, yani kendisi için nerede evet, nerede hayır, nerede bu benim için faydalı bilemiyor ve tercihleri için bu benim kararım diyemiyorsa orada öncelikle bir alan bozulması oluyordur. Alan savunması konusunda ülkeler ne yapıyorlar? Sınırlarına güvenlikler yapıyorlar, mayınlar döşüyorlar ya da surlar, kaleler yapıyorlar. İnsanlar da tıpkı doğanın içerisindeki benzer sistemlerde olduğu gibi kendine kaleler yapıyor: Duygu kaleleri, bedende yağ kaleleri, zihinde düşünce kalıpları ve putlarıyla, inanç kalıplarıyla çeşitli kaleler yapıyorlar. Bazen fikri sabitlikler, bazen yobazlıklarla bir realiteyi, bir hâli korumaya başlıyorlar ki burası oldukça önemli: Realiteyi korumak, yani kendi gerçekliğini, o âna kadar ki hâli ve durumu korumaya çalışıyorlar. Korumayalım mı? Öğrendiğimizi, bildiğimizi bir muhafaza içine almayalım mı?  Tabi ki buradan baktığımızda kişi putunu korusun diyorsun. Peki hayat böyle mi? Hayatın içerisinde sürekli bir akış var; mevsimler, yıllar, zaman sürekli değişiyor. Hiçbir an hiç başka bir âna benzemiyor.  Eskilerin de dediği gibi, “Aynı suyun içinde, aynı derenin içerisinde ikinci kez yıkanamazsın.” çünkü o anda akan dere yeni bir dere, yeni bir su, yeni bir bilgi, yeni bir hâl taşıyor.  Ve sen biraz önceki suda, biraz önceki hâli bırakmadıysan yeni su seni yıkayamıyor ve sen aynı hâlin ve aynı durumun içinde tekrarlar, tekrar döngüleri ve bir sabitlikler yaşarsın ki bu da doğanın akışına terstir. İşte tam da burada, bu direnç noktamızda, insan; bu direnci kıracak, buradaki bu yeri, bu fayları çatlatacak yeni şeyleri hayatına davet ediyor.   Yani hayatın döngüleri der ki, “Böyle devam edemezsin ve eğer sen kendin değişmezsen ben seni değiştiririm.” ki burası önemlidir. Hâl böyle olunca insan, ‘ben seni değiştiririm’ diye bu sefer hayatı, hayatın içindeki olayları, enerjileri ve frekansları -tıpkı yıldırımı çeken bir paratoner gibi-  çeşitli olayları, durumları üzerine çekebiliyor.  Bu sefer de o katılaşan, sertleşen duygular ve düşünceler nerede çok sertleştilerse, orada kırılacak durumlar oluşuyor. Yumuşak ve esnek bir ağaç her türlü rüzgâra dayanırken katı ve sert ağaçlara ne oluyor? Rüzgâr ve fırtınalarla çatlayıp patladıklarını görürüz. Diğer taraftan da bu sertliğe ve katılığa ihtiyaç duymak, ilk başlarda belki de kişiye ilâhî bir yardım olarak sunuluyor; güçlensin, köklensin ve bu ağaç bulunduğu yere sağlam bir şekilde köklerini salsın diye. Aslında öncelikle bazılarınız da bu sebeple köklendiniz, bu sebeple sertleştiniz ve katılaşma aracını seçtiniz ve buradaki faydalıyı görmek de önemli. Bir kişi alanını yeterince koruyamazsa tabi ki duygu sertliğine ihtiyaç duyar. Birilerine karşı hayır diyemiyorsa -hayır diyemeyeceğini bildiği için- insanlara baştan sert, katı, bazen gaddar olabiliyor. Belki çoğumuza garip gelir ama o çok sert ve katı görünen kişilerin, çoğu zaman içleri yumuşacıktır.  Zaten içleri yumuşacık olan kişiler dışarıda kendini sertleştirip katılaştırılmaya ihtiyaç duyar. Mesela birçok mafya babası dışta bir sürü insanın infazını, ölümünü onaylarken diğer taraftan bakarsınız ki fakirlere yardımlar ediyordur. Diyeceksin ki, orada, içerde yaşadığı suçları veya vicdani şeyi rahatlatıyor ama içeride de yine tüm o gaddarlığın çok yumuşak bir tarafı vardır; incinmiş, kırılmış yanları vardır.  Her birimizde bu, kademe kademedir. Diğer taraftan ilâhî sistem ve yasalar her birimize o kadar adaletli ve öyle mükemmel bakar ki o en gaddar, dışarıda en vahşi görünen kişiyi de kucaklayıp sever ve korur.  Öyle bir birlik ve öyle bir adalet sistemi vardır ki sürekli iyilik yapan bir kişi ile sürekli kötülük yapan bir kişi eşit bir korumanın içindedir. Bu şu an birçoğunuzun zihnine, anlayışına hemen alınabilecek bir bilgi gibi gelmese de sistem böyle çalışır. Bir tanesi huzur ve güzellikle, muhafaza ile bir yere götürülürken; o en katı, en sert, en savaşçının da istekleri ve duaları kabul ediliyordur. Yumuşak ya da olumlu tarafta olan, haddini ve sınırlarını bilmek, sınırı çizebilmek, kendi hayatının değerini bilerek o değeri korumayı öğrenmek için aslında olumsuza da ihtiyaç duyar. Bu sebeple hayat içerisinde olumlu ya da olumsuz zannettiklerimiz bir tamamlanma içindedir ve her bir varlık görevini yapar. Biz eğer o kürenin tam merkezinde denge içinde duruyorsak, sağı da solu da, olumlu ya da olumsuz zannedileni de dengede bir görürken, diğer taraftan kendimiz için an içerisinde faydalı ve faydasızı ayırt edebilecek bir zekaya, ilâhî zeka ve şuura ulaşıyorsak, zaman içerisinde artık o sertlik ya da katılık dediğimiz durumlara ya da sınırlara, zırhlara ihtiyaç kalmamaya başlar. Tam burada çok önemli bir nokta başlar: Dışarıya aşırı sert, katı, mesafe koyan ve sertlikten beslenen o taraflarımız, kendi alanımızı korumayı öğrendikçe bunları kaldırmaya başlar. Eğer yeteri kadar teçhizatınız varsa sınırlarınıza mayın koymaya gerek kalmaz.  İşte bunun gibi huzurundan, sevgisinden, hayattan tat almaktan vazgeçerek katı olanlar, sertleşenler, kalplerini gaddarlaştırıp katılaştıranlar, aslında kendi alanlarını korumayı öğrendikçe, hem kendinin hem ötekinin haddini bildikçe -had, yani sınır- artık kim, nerede, ne kadar yaklaşabilir, ne verebilir, ne alabilir? Kavradıkça yumuşama yolunda olacaklardır. Bunun için de tabi ki bir şuur ve idrak genişlemesine ihtiyaç vardır, bilgiye ihtiyaç vardır. (Bilgi; ilk önce bizim dışarı dediğimiz, hayat içerisindeki deneyimlerle, çeşitli tecrübelerle, okuyarak, öğrenerek, dinleyerek yaptığımız paylaşımlarla, birbirimizin deneyimlerinden topladıklarımızla; bir taraftan içeri alınırken bir taraftan da kalbimizin ve yüreğimizin içerisindeki özden hayata, kendimize ve en önemlisi de kulaklarımıza duyurularak hatırlatılır.) Kendimizi nerede korumasız hissediyoruz? Hangi yaşadığımız deneyim bize tekrar tekrar zarar verecek zannediyoruz?  Özellikle hayvan korkuları, fobileri olanlar, alanını yeteri kadar koruyamadıkkları için bu fobiye ihtiyaç duyarlar. Bu fobinin bağlantısını görünce ve orada gerçekten kendi bedenini, kendi duygu alanının korumasını yapabildikçe artık o korkuya olan ihtiyaç bitiyor. Duygularınızın içerisine başka duygular sokuyor musunuz? Kelimelerden, sözlerden kolaylıkla etkileniyor musunuz? Başkalarının yaptıkları, söyledikleri sizi çok fazla etkiliyor, sarsıyor mu? Evet ise o zaman daha güçlenmemişsiniz demektir. Daha fazla köklenebilmek için bu ağacın daha da sertleşmesi, katılaşması ve kabuk tutması gerek. O zaman da hâliyle katılığa ihtiyaç duyarsınız. Peki bu bedende bu nasıl oluyor?  Öncelikle suyun ne kadar yumuşacık olduğunu biliriz. Hatta biraz ısıttığımızda daha da yumuşuyor ve nihayet buharlaşıyor. Ama birazcık soğuttuğunuz zaman da bir anda katılaşıyor. Bizim bedenimizde de su sistemi; böbreklerimiz, mesanemiz, hormonlarımız, hatta saçlarımız, kemikler dahil olmak üzere vücudumuzdaki tüm kısımlar bu sistemde yer alıyor. Ne zaman ki bir endişe oluşuyor, su hemen donmaya, üşümeye başlıyor. Böbrek rahatsızlıkları ve böbrek kenarlarındaki aşırı soğukluklar da böyle oluşuyor ve bir bakıyorsunuz ki bedeniniz orada bir şeye yol açmış: Kimisinde kemer boyu içerisinde bel fıtığını yapıyor, kimisinde böbrek rahatsızlığı, kimisinde ise rahim ya da prostatta sorun meydana getiriyor. Peki burada asıl sorun ne? Suyun soğuması, yani katılaşması ama aslında olan, kişinin herhangi bir durumda akışı durdurmuş olması. Bunu ne ile yaptı? Bir endişe hâli ile... Ya şöyle olursa, ya böyle olursa, ya savaş buraya gelirse, ya atom bombası atarlarsa, ya deprem olursa, ya sel gelirse? Öncelikle buraya bir bilgiyi koymamız önemli: Yeryüzünün, dünyanın, bu kâinatın muhteşem bir yasa ve adaletle yönetildiğinin farkında olmamız gerektiği. Tabi ki sahibi öncelikle her şeyin hesabını yapmış, bilen, gören olarak, her birimizin ihtiyacını bilen ve karşılayan bir sistem kurmuştur. Öyleyse hiç kimse kafasına göre gelip atom bombasını patlatamaz. Mesela bir nükleer sızıntı da olsa, o oradaki bir ihtiyacı karşılamak içindir. Yani hiçbir şey hesapsız değildir ve alacağınız nefes sayısı sizin tarafınızdan teyit edilmiştir. Her birimizin yaşayacağı hayat ve kader planları kendimiz tarafından onaylanmıştır. Onaylanmadık herhangi bir hâl ve durum yaşanmıyor. Öyleyse bu endişe, sisteme ve yaratıcıya olan güvensizlikten kaynaklanıyordur ki bu soğukluk, kişiyi hayattan soğumaya, insanlardan ve ilişkilerden soğumaya kadar götürür. Şöyle diyebiliriz: Biz güvendikçe güvenilir bir ortamla karşılaşırız ve aklımız ve şuurumuzla herhangi bir olayın, herhangi bir duygunun, herhangi bir düşüncenin veya fikrin bize ne oranda gelebileceğini seçebiliriz. Faydalı ve faydasızı alabilecek bilgiyi benimsediğimiz müddetçe de katılığa ve sertliği olan ihtiyacımız azalır ve nihayet biter fakat kişi kendisi için faydalıyı seçmeyi bilmiyorsa oraya bir baraj yapmak zorunda kalır. Çünkü kendisi için faydalıyı seçemiyordur. “Haydi gidelim şunu yapalım” dendiğinde yapıyordur. Tabii ki otorite ile barışık olacağız ama bir taraftan da her türlü bilgide otoriteyi tespit ederek hareket etmek durumundayız. Yani annenizi ya da babanızı kandırabilirler. Evet ama siz uyanık olmak durumundasınız. Bu şu demek değil: Kandırılacağım korkusuyla yaşamak. Hayat içerisinde her şey olabilir. Her insan iyi ya da iyi olmayan davranışlarda bulunabilir, sen faydalıyı, faydasını alırsın ama bu insana, insanlığa güvensizlik demek değildir. Her zaman, ben nasılsam sistemim de bana göredir. Yani benim bulunduğum hâl neyse, bana sunulacak olan da budur. Ben korku ve endişe ile yaklaştığımda korkutacak ve endişelendirecek durumlarla buluşurum. Ama kendimi gerçekten eminlikle güvende hissediyorsam zaten korunurum. Bu tedbirsizlik değil. Tabi ki her türlü durum için her zaman akılla tedbirimizi alacağız; bu tedbirleri alırken ise hırs, öfke, kızgınlık, korku ve endişe gibi duygulardan sakınacağız. Bileceğiz ki biz kendi dileklerimizle, taleplerimizle kendimiz için faydalı olanı hayatımıza çekebilir ve çağırabiliriz. Bu yeteneğimiz var. Diğer yandan eğer hayatın içerisinde sertleşip katılaşıyorsak, olduğumuz yerde ölürüz. Bugün birçok realite, birçok insan yaşıyorum zannediyor, oysa oldukları yerde sabitlikten dolayı yaşamıyorlar ve cansızlar. Her gün aynı şeyi yaşıyor; her gün aynı hâl ve durum içerisinde; aynı duygularla, aynı işleri yapıyor. Bu yaşamak değil; bu, her gün tekrar döngüsü içerisinde aynı şeyi yapıp yaşıyor gibi davranmak. Bunlar ölüler. Dolayısıyla, kıyamet denilen şey bu ölülerin ayağa kalkması, dirilmesidir. Kıyam etmek; dirilmek, uyanmak, yani bir hâlde o günlük tekrarların, rutinlerin ötesine geçmektir. Dünya sürekli bir döngü içerisinde; mevsimsel döngüler, her bir çakranın; seni harekete geçirmek, yenilemek üzere her bir elementin farklı farklı döngüleri var. Bu katı ve sert, buz tutmuş duygularından hissizlikle korunacağını zannederek kendini buzlaştırdıysan  ama aynı zamanda da akışa geçmek istiyorsan hayat oraya ısısını veriyor: Hayat ya kırıyor ya da oraya yoğun güneş ışınları, ısılar yollayarak bildiğini bıraktırmak üzere, bildiğinden vazgeçirmek üzere çeşitli şekillerde gelip kapını çalıyor. Aslında bunların her birinin hayrımıza ve iyiliğimize olduğunu bilmek önemli. Seni yaratan, annenden, babandan daha çok severken, senin kötülüğünü mü düşünecek, senin zararını mı düşünecek sanıyorsun? Her an korunup kollanacaksın. Sadece şu var: eğer ateşe yaklaşıyorsan, üstünü başını yakacaksan bundan ötürü bazen “Gel şu ateşin ne olduğunu öğren, şöyle bir elin cız etsin de bir daha bu kadar yaklaşma.” minvalinde deneyimler tattırılabilir. Bunların her bir tanesi bir korumadır. Ama korunmayı bilmeyip kendi alanını bilmeyip de ateşe atlayanlar, evet, zarar görebilir. Bu sebepten dolayı şunu bileceğiz ki nerede kendimizi çok katılaştırıyorsak, bazı alanlarda, ‘benim dediğim doğru, bundan başka doğru yok’ diyorsak, kendi düşünce ve inanç putlarımıza sıkı sıkıya sarılıyorsak, düşünce ya da duygu yobazlıkları yapıyorsak buralara bir daha bakarak, burada nerede katılaştık, nerede bu kadar sert olduk, duygularımızı, içerdeki o şefkatli, sevgi dolu tarafımızı nerede bıraktık, bunlara bir daha bakmalıyız. Şunu göreceğiz ki aslında hiçbirimizin birbirimizden bir farkı yok. Yeryüzünde yaşayan bütün insanlık âlemi birleşik insanlık realitesini oluşturabilmek için bir çaba hâlinde. Her birimiz olumlu ya da olumsuz birçok davranışta bulunarak bir yere gidiyoruz.. Bilin ki bütün olan neyse, her birinin bir hesabı her zaman vardır. Ve her bir şey hayır için, fayda için olur. Nasıl ki bir yaprak bile O’nun izni olmadan kımıldamıyorsa, -ki ‘Hayatın Matematiği’nde bunları sayılarıyla, astrolojisiyle, matematiğiyle, renkleriyle, elementleriyle, doğasıyla yani tüm sistematiğiyle anlatıyoruz- emin olmalıyız ki her yerde öyle bir ilahi matematik var ki her bir şey hayır için, bizi desteklemek üzere geliyor. Tabi ki kişi isterse ölümü de seçebilir. Ölüm katılıktır, sertliktir; canlılık yumuşaklıktır. Bir bebeğe bakın, bedeninin neredeyse % 90 – 95’i sudur ve yumuşacıktır. Bedenindeki sudan dolayı  neredeyse kemiklerini bile kıramazsınız. O kemikler, eklemler o kadar esnektir ki bebekler yumuşacıktır. Tabi ki özen ve dikkat de önemlidir. Mesela birçok Kuzey ülkesinde çocuklara egzersiz yaptırırlar. Çeşitli hareketlerle çocukların bedenlerini öyle açarlar ki jimnastikçilerden 10 kat daha esnek olurlar çünkü vücutlarında çok fazla su vardır. Oysa kişiler ihtiyarlama denilen durumlara doğru gittikçe, vücutlarındaki su % 95'ten yavaş yavaş 65’lere, 60’lara düşer. Artık % 50’lere indiğinde kişi ölür çünkü bedeni susuzluktan katılaşır. Su akışkan bir şeydir, güvenle alakalıdır. Siz güvendikçe insandan insana, doğaya, hayata, kendinizden kendinize ve içeriye doğru akarsınız, akış hâlinde olursunuz. Aslolan bu akışın içerisinde olayların, olanın tadını alarak akabilmektir. Akışı durduran, durdurduğunu zanneder. Duran, ben burada duracağım zanneder. Oysa duran geriler, gerileyen de bir şekilde kırılarak dalganın içerisinde aşağılara alınır.  Yeryüzünde kimin başına ne geliyorsa -bazen hastalıklar, sorunlar, kayıplar- bunların her bir tanesinde bir mekanizma ve sistem vardır. Şu da vardır ki isteyen, an içinde sertleşir, katılaşır, esneyemediği için kırılır; isteyen ise o suyun akışıyla yumuşacık ilerler. Suyu kıramazsın, bükemezsin çünkü akış hâlindedir. Ama buzu kırarsın, tuz buz yaparsın ve ona böyle bir hâli sergiletirsin. Bazen topraklanamayanlar, köklenemeyenler bunu becerebilmek için yeryüzünde çok katı ve sert kalıplar hâlinde törelere ve geleneklere tutunmak durumunda kalır. Anadolu birçok geleneğini, adetini bu şekilde topraklanarak koruyabilmiştir ama bunun bazı dezavantajları da var ki bazı alanlarda ilerleyememek ve gelişememek bunlar arasındadır.  Hem geleneğin bilgisini hem de törenin bilgisini alarak, onları bugüne uyarlayarak hayatımıza yeniden yön verebiliriz. Biz hayatımıza kendimiz, kendi şuurumuzla yön vermediğimizde, dışarıda başkaları bizim hayatlarımıza yön verme hakkını kendilerinde görür. Boşluk varsa o boşluğu birileri doldurur. Öyleyse kendi hayatımızdaki bu durumları kendimiz iyileştirmeliyiz. Hayata her an bir bebek gibi akabiliriz. Diyeceksiniz ki, “Tamam da şunu yaşadım, bu travmalarım var, ilişkilerimde bunlar oldu.” Oldu, bitti. Oradan alacağına bak. Eğer alacağını alamıyorsan, o kapıyı kapatamazsın, geçmişi değiştiremezsin. Onun yerine geçmişten alacaklarımızı, öğreneceklerimizi güzel bir şekilde içeriye kabulle alabilirsin. Onlar bizim temelimiz. Temelinizde olanları güzel bir şekilde alın. İnkâr ederek ya da kabulün ötesine geçerek değil, tam tersine, “Bu benim hayatım ve bütün bu yaşadıklarım bana fayda verdi, şifa verdi. Ben bunları alarak bugüne geldim.” diyerek. Mesela kayıp yaşadın, diyeceksin ki: “Benim annem öldü, babam öldü, bunun kazancı ne?” Bakalım hangi anlaşmadan dolayı onları erken yolladın, erken gittiler. Ya da “Bu parayı kaybettik, mevki kaybettik, şunu bunu kaybettik” diyeceksin. O zaman da neyi durdurmak istedin? Ki özellikle ‘dursun’, ‘kalsın’ gibi kelimeler kullanan, kendini durdurmak isteyenlerin ya yönleri yanlış ya gittiği yer doğru değil; gerçekten kalbinin ve gönlünün yoluna değil. Dönüp bir daha bakmalılar. Çok keskin ifadeler kullananlar, kesinlik verenler, asla diyenler; asla değişmem, asla şöyle olmaz, böyle olmaz vs. diyenler... Niye bu kadar sertler, niye bu kadar katılar? Önce kendimize merhamet edelim. Kendimize şefkati, öz şefkati güzel bir şekilde vererek tüm varlığımızı, hayatımızı kucaklayalım ki bizim kendimize gösterdiğimiz sevgi ve şefkat çevremizdeki yansımalarımız tarafından da bize gösterilsin. Ne zaman ki alanlarımızı doğru şekilde koruyacağız, o zaman göreceğiz ki o sert duvarlara ihtiyaç kalmayacak, hayat içerisinde su gibi akarak,  yumuşacık  gülümseyerek, tebessümle selamlaşarak ya da hâl hatır sorarak alanımızı doğru bildiğimiz koruyacabileceğiz ve korunacağız. En önemlisi de mutlu olacağız, çünkü mutlu olmayı hepimiz hak ediyoruz. Her birimiz güzel şükürlerle kendi hayatlarımızı cennete çevirebilme, iyileştirebilme hakkına sahibiz. Öyleyse güzelliklerle dolu bir hayatımız olsun. Sevgilerimle, hoşça kalın. Kaynak: https://www.unalguner.com/d/55981/katiliktan-akiskanliga-hayatta-esneklik-ve-yumusamanin-gucu
Kolay Zannettiklerimiz: Hedefe Ulaşırken Emek ve Liyakatın Önemi

Ünal Güner | Ol An'ı okuyarak kendini ve hayatını iyileştir

Kolay Zannettiklerimiz: Hedefe Ulaşırken Emek ve Liyakatın Önemi

on Ağu 04 2025
Senin için kolay ne demek? Kısa yoldan gitmek mi? Bir şeye daha çabuk ulaşmak mı? Bir işi kolaylıkla, tereyağından kıl çeker gibi halletmek mi? Zihnimiz bu tür şeyleri bizim için kolaylık sanabilir. Her şeyi en kolayından halledebileceğini düşünerek kestirmeler üretir ve o çizdiği dümdüz çizgiyi, varmak istediği yere gitmek için kestirme zanneder. Oysa öyle değildir. Bazen kolaylık daha farklı bir idrak ve şuur gerektirebilir. Köylerde, kasabalarda, dağlara çıktığınızda, küçük keçi yolları görürsünüz. Dikkat ederseniz keçiler en doğru kestirmeyi bulur ama hiçbir zaman o yolu dümdüz çıkmazlar. “S”ler yaparak, zikzaklar çizerek yol alırlar. Yani, o çok kolay ve hızlı çıkılacak gibi görünen yollar kimi zaman düz çizgi değil de bir sağa bir sola gidendir. İşte bu, bizim aynı zamanda hedef belirlerken de yaptığımız bir şeydir. Yani, “şuradan şuraya hemen gidelim, bir an evvel yapalım, çabucak halledelim ve tüm bunlar da en konforlu şekilde olsun”. Bunlar bizim zihnimizin aslında zanlarıdır.   Biz hangi hedefe gideceksek, hangi hedefte olacaksak o hedefle ilgili, evet, konfor isteriz ama kolaylığı ve konforu ön plana çektiğimiz anda, asıl hedefin kıymeti ve önemi azaldığından amaç bu sefer sadece yolun konforu ve rahatı olur. Bununla beraber, bazen bir şeye ulaştığımızda çok rahat edeceğizdir ve onun için belki bir okulda okumamız, bir eğitim almamız, bir çaba sarf etmemiz, herhangi bir şeyler yapmamız gerekir. Bazılarınız diyebilir ki, “Ama bu yol zor. İstediğim bana hemen verilse olmaz mı? Kolaylıkla hemen şöyle olsa olmaz mı? Kolaylık, kolaylaştırmak tabi ki önemli ve güzel bir mekanizma. Emek verirken, bir konuda çalışırken o şeyin kolaylaştırılması güzel ama ben o hedefe kolaylıkla, sıçrayarak gideyim ve aradaki kademeler olmasın gibi bir anlayışla kolaylık istediğinizde, enteresan bir şekilde, sistem sizi o kolaylığa doğru götürürken bu sefer siz güçsüzleşmeye, zayıflamaya başlıyorsunuz : Güç isteyenler de güçlük isteyenler de güçlüklerle karşılaşırken, kolaylık isteyenler de zayıflıkla karşılaşıyorlar.   Öyleyse biz bir taraftan hayatımızın kolaylaştırılmasını talep ederken diğer yandan o kolaylığı aldığımız hâlde nasıl güçleniriz? Ya da ikisini denge içinde nasıl götürebiliriz? Burada çok ince bir alan var. Öncelikle hedefimiz, ulaşacağımız yoldur. Bu bir meslek olabilir, bir ilişki olabilir, yapacağınız bir binanın, mimarinin, bir hayat inşasının hedefi olabilir. Eylemin adı ne olursa olsun, öncelikle ergonomi önemlidir. Kullanılabilirliğin en ekonomik tarzı önemlidir. En az enerjiyi harcayacak şekilde ve en kullanışlı biçimiyle orada olmak önemlidir. İşte bu bizim kolaylık kısmımızdır. Eğer burada daha fazla enerji kullanıp daha az yol kat ediyorsak bu zorluktur, güçlüktür. O zaman güçlenme talepleri devreye girmiştir.   Biz hem ulaştığımız şeyin bizi güçlendirmesini hem de yol içinde kolaylaşmayı, kolaylaştırmayı seçmeliyiz. Dünyadan öğrendiğimiz egoistlik, egolarımızda yatan sistemler; kestirmeler ister. “Gel konforuna bak, rahatına bak! Çalışıp da ne olacak? Buraya gidip de, şu eğitimi alıp, bunu öğrenip de ne yapacaksın? Sen kafayı yoracağına bırak başkaları kafa yorsun!” Bu yüzden birçok konunun mekanizmasını anlamayan, idrakine varamayan, algılama kıtlığı olan insanların sayısı artıyor. Bunun sebebi kolayı seçmek. Hiçbir şey okumadan, hiçbir şey öğrenmeden, hiçbir çaba sarf etmeden, “İstediğim şey gelsin. Anne babam, çevre, devlet vs. bana bunu versin.” deniyor. Peki sen liyakat göstermeden, layık olmadan, sipariş ettiğin şeyi elde ettiğinde onu taşıyabilir misin? Onu bir yerden bir yere götürebilir misin? Ya da o elde ettiğin şey sana tat verebilir mi? Bu sebeple kâinatta liyakat mekanizması vardır ki aslında son zamanlarda ülke ve devlet yönetimlerinde de ‘bu benim tanıdığım, bu benim akrabam, bu benim yoldaşım’ vs. demekten öte liyakatin, yani o konuya, o eyleme layık olmanın ne kadar önemli olduğu görülmeye, fark edilmeye başlar. Bizim de kâinattan bir şey talep ettiğimizde, o talep ettiğimiz duruma layık olabilecek bir frekansta olmamız çok önemlidir. Ne kendimizi aşağı eksik görerek ne de o talep ettiğimiz şeyi çok yukarıda görerek... Bir şeyin isteği bize verildiyse bunun mutlaka bir sebebi vardır. Öyleyse o sebeple buluşabilmek için, o isteği güzel dillendirip de o hedefe gidebilmek için, evet, kolaylık isteyelim. Yardım isteyelim. Mesela bize birinin destek vermesi, kolaylaştırmasıdır. Şu anda size bir destek veriliyor. Bir şeyi anlayabilin diye, bir şeyi nasıl kolaylaştıracağınızın bilgisi aktarılıyor ama bu; kaytarmak demek, tembellik etmek demek ya da ertelemek demek değil. Öyleyse her biriniz ulaştığınız, ulaşacağınız hâl ve durum neyse, onu imajınıza yansıtarak, tahayyül merkezinizde imgeleyerek onun içine girin ve bir bakın; buluştuğunuz, buluşacağınız size tat veriyor mu? Sonra da ona hangi yollardan gidebilirim, diye sondan başa doğru gelin. Nasılsa akışta baştan sona doğru gideceksiniz. Bu, herhangi bir meslek seçimi, bir ilişki seçimi, bir eğitim, öğrenme, farkındalık ya da idrak seçimi olabilir. Birçok kişi bugün uyanmak istiyor, kendini keşfetmek, hayatını iyileştirmek istiyor. Ne kadar güzel bir şey, ama Yunus kırk yıl odun taşıdı. Sen bugün kırk yıl odun taşımak zorunda değilsin fakat emek vermek durumundasın. Hayatına emek vermeden kendini nasıl geliştireceksin? Kimileri derviş, kimileri aydın, kimileri bir bilim insanı, belki geniş ufka sahip bir felsefeci olmak istiyor, kimisi topluma faydalı olmak istiyor. Öyleyse gönlünün sesini iyi dinleyerek, içeriden gelen ses ve sinyalleri, hayatın sembollerini doğru okuyarak, sistemle muhabbette olarak önce hedefine yönel ve yöneldiğin hedefin içerisinde gerçekten emek ver. Emek verdiğin şey ortaya çıktığında sana çok güzel zevkler ve lezzetler verecek. Sen de bu yaratımın içerisinde sende ol; bu dünyanın, bu kâinatın bir parçası olarak sen de katıl; katkıda bulun ve kolaylığı dile. Kolaylığı dilerken, emek vererek güzelliklerle orada ol. Sevgilerimle, hoşça kalın. Kaynak: https://www.unalguner.com/d/55978/kolay-zannettiklerimiz-hedefe-ulasirken-emek-ve-liyakatin-onemi
Omurga Sağlığında Fizik Tedavi Yöntemleri ve Yumuşama Teknikleri

Ünal Güner | Ol An'ı okuyarak kendini ve hayatını iyileştir

Omurga Sağlığında Fizik Tedavi Yöntemleri ve Yumuşama Teknikleri

on Ağu 04 2025
Bel ve boyun fıtıklarının sebepleri nelerdir? Bir çoğunuz sebep olarak şunları söylediniz: “Benim işim çok ağır, belim çok bükülüyor. Boynumu  bilgisayar başında öne doğru eğiyorum. Şöyle yapmak zorundayım. Çok ağır yükler taşıdım, çok yorulmuştum, şöyle yaptım...” Bu şekilde bir sürü sebep sıralayabiliriz ama öncelikle buna neden duygu olarak, zihin olarak ihtiyaç duyduk? Bu ihtiyacın sebebini anlayarak bedensel, zihinsel, duygusal şekilde bu konuları iyileştirebilecek yol ve metotlar üretebiliriz. Öncelikle fiziksel durumdan başlayalım : Belki düzgün oturamıyordunuz ama düzgün oturamamanızın da bir sebebi vardı; yani sağa sola meyletmek ya da herhangi bir taraftan sürekli aşırı destek almak, bir tarafa doğru yamulmak, yürürken bir tarafa doğru fazladan ağırlık vermek; bunların her bir tanesinin özellikle eril ve dişil enerjilerle büyük bağlantısı var.  Boyun konusuna bakacak olursak onda da bazen çok ilerde, çok geride, aşırı sağda, solda ya da aynı pozisyonda kalarak duruş ve fiziksel birtakım rahatsızlıklara sebep olundu ise: Boyun sürekli ilerde, o zaman acele ediyorsun ve bu aceleciliğinin sebebinde de aslında bir şeyleri yavaşlatıyorsundur. Ya da diyelim ki kasılmaların var, o hâlde bu kasılmaların sebebinde de aşırı katılıkların, sertliklerin, boyun eğmezliklerin ya da otoriteye baş kaldırı ve isyanların vardır. Bunların uzun süre devam ettiği durumlarda boyun duruş pozisyonları hâliyle bozuluyor ve bu yanlış ağırlık taşımayla, fazla yük yüklenmeyle da fiziksel olarak orada bir boyun fıtığı meydana gelebiliyor. Bu fıtıkların daha ince sebeplerine bakacak olursak da biliyorsunuz ki bir tane omurgamız var ve bu omurgamızın kenarlarında yaprak yaprak kıkırdaklar ve bunların aralarında da disklerimiz mevcut. Aslında bunlar bir yerde vücudun amortisörleridir; içleri sanki hava ve su dolu baloncuklar. Bunlar ne kadar güçlü basınç altında ise bütün omurganızı o denlli dik biçimde yukarıya doğru taşıyabiliyor ve amortisörler görevlerini güzellikle meydana getirebiliyor demektir. Fakat ne zaman ki siz herhangi bir duygu, düşünce ya da aşırı bir stres ile bedendeki suyu, oksijeni herhangi bir alanda çok fazla kullanırsınız ya da alamama sorunundan dolayı yeteri kadar suyunuzu oksijeninizi almazsınız işte o zaman buraya normal kan dolaşımıyla değil de osmoz yoluyla, yani dışarıdan, çok yoğun ortamdan az yoğun ortama suyun, mineralin ve oksijenin girişi ile meydana gelen faaliyet yavaşlar ya da durur. Bu sefer de disklerinizin, baloncuklarınızın içerisine yeteri kadar oksijen, su, mineral, kan buraya giremediğinden burada basınç iyice söner ve bu omurgacıklarınızın içerisinden yaprakların, kıkırdakların içerisinden yumuşadığı için kolaylıkla çıkacak bir hâle gelir ve bu hâldeyken kronik olarak yanlış ve olumsuz hareketler yaptığınızda da kolaylıkla bu kıkırdakların arasından çıkar ve kemikler uzun süre birbirine sürttüğünde de kireçlenmeler, sinir baskılarından dolayı rahatsızlıklar, ağrılar vs. meydana gelebilir. Dediğimiz gibi içerisindeki suyun, tuzun, mineralin, kanın, oksijenin azalmasından yani buralara enerjiyi az almanızdan kaynaklanır bu durum… Bu az alma hâli, bir sağından bir de solundan az almak şeklindedir. Eğer dişilden, hayattan yeteri kadar alamazsan ya da bu alanla ilgili kendini ağır bir yük altında hissediyorsan; bu durum madde tarafı ise sol; ruhsal tarafı ise sağ tarafta teşekkül eder. Çok yoğun ve aşırı bir baskı hâlinde, -her omurunun bir duygu düşünce ve bir frekansı da bağlantısı olduğu için ona göre- bir omurun içerisindeki diskin sıvısı azalıyor ve buradan dışarıya doğru bu disk fışkırıyor, patlıyor, çıkıyor ve orada kemikler birbirine zamanla da sürtünerek çeşitli gerek siyatik gerek gece bacak ağrıları, bel ağrıları, sırt ağrıları ve sinir sıkışmasının tetikleyicisi olan çeşitli rahatsızlıklar ve olaylar meydana getirebiliyor. İşte burada yapılması gereken şey öncelikle vücudunuzun nefes alması, oksijen alması, yeteri kadar su içmeniz, suları tuzlayarak, serum kıvamında bir mineralli su elde edip yeterli miktarda mineraller almanız, vitaminleri almanızdır. Fakat dediğimiz gibi burada duygusal bir sistem var ki bir bakıyorsunuz normalde hiçbir şey yokken kişi diyor ki: “Bir kilo kaldırdım ya, küçücük bir şeyde de mi böyle oldu?” Çünkü o anda kaldırdığın sadece su, sadece o bardak değildi, bir duyguyu da kaldırıyordun, hatta kaldıramadığın için de aslında orada disk kayması, bir bel fıtığı ya da bir sinir sıkışması yaşayabiliyordun. İşte bu duygunun sebebi, ağrı eğer beldeyse kendini ağır yük altında hissetmen. Eğer daha yukarılardaysa inatçılığın, boyun eğmezliğin ve hayata karşı dik ve onurlu duruş değil de diklenmendi. Öyleyse bu onurlu duruşu muhafaza ederken aynı zamanda da hayata diklenmeyi bıraktığında; boyunla ilgili travmalarını, hayatı, aşırı ağır yüklerden oluşan ya da sorumluluklarını doğru yerde, doğru şekilde almadığın için oluşan o bazı alanlardaki fazladan sorumluluk almaya kalkan taraflarını fark edip özgürleştirerek bu alanlardaki yükü, ağırlığı azaltabilirsin. Öncelikle şuradan baktığımızda, bel de boyun da daha çok sizin arkanız, beliniz, değil mi? Yani geçmişten getirdiğiniz çeşitli olaylar ve durumlar yani geçmişten getirdiğiniz yüklerle ya da bilgilerle direttiğiniz, kendinizi sert tuttuğunuz alanlar. Özellikle boyun ve bel bölgemizden geçen iki tane çok temel diyeceğimiz organların meridyenleri vardır. Bunlardan bir tanesi safra kesesi meridyeni bir tanesi de mesane meridyenidir. Yani bir tanesi sizin duygularınızın sertlik, katılık durumlarına göre safra kesenizde yoğun taşlar ve diz ağrıları dâhil oluşturabilecek bir durum. Bir tanesi ise sizin hayat içinde kolay akışınızı ve üretkenliğinizi sağlayacak bir şey. Öyleyse hormonal bozuklukların da etkileyebildiği üzere aşırı öfke ve kızgınlıklarla kendinizi sertleştirip katılaştırmak da herhangi bir konuda aşırı tepkisel bir sertlik içinde olmak da bu bölgelerin rahatsızlanmasına, buralarda fıtıklar oluşmasına, sertleşmelere ve tutulmalara sebep olabilmektedir. Öyleyse önce duygularda yumuşayacağız, hayatın ne kadar güzel ve mükemmel olduğunun farkındalığıyla onu kucaklayarak kendimizi yumuşacık hayatın pamuksu doğasına, akışına bırakacağız. Nerede aşırı sertlik ve katılık yapıyorsak bileceğiz ki, içeride çok yumuşak olan, alanını koruyamayan bir taraf var. O alanları doğru şekilde, nerede evet nerede hayır diyeceğimizi bilerek kendimizi koruyacağız ki aşırı sertlik ve katılıkla koruma hâlinden özgür kalacağız. Bu tespit ve teşhisleri doğru şekilde yaptığımızda bir bakacağız ki zaten bizi iyileştirecek doğru hekimle de doğru yolla da doğru merhemlerle de buluşmuşuz. Şifayla buluşmak dileğiyle. Hoşça kalın. Kaynak: https://www.unalguner.com/d/55975/omurga-sagliginda-fizik-tedavi-yontemleri-ve-yumusama-teknikleri