Ünal Güner | Ol An'ı okuyarak kendini ve hayatını iyileştir

Dijital Para Çağı: Elektronik Para, Paranın Enerjisi ve Yeni Dünya Ekonomisi

Ünal Güner | Ol An'ı okuyarak kendini ve hayatını iyileştir

Dijital Para Çağı: Elektronik Para, Paranın Enerjisi ve Yeni Dünya Ekonomisi

on Ağu 04 2025
Bize bazı kavramlar öğretildi : Para insanın elinin kiridir; çok para haramsız olmaz; para çok temiz ellerde olmaz... Parayı bazen küçümsedik, bazen öteye koymaya çalıştık bazen de bir kısmımız paranın peşinde koşmaktan maneviyatı, ruhu, asıl hedefleri görmezden geldi. Para, bu dünyadaki bir enerji birimidir, maddenin enerji birimidir. Onun için değersiz ya da önemsiz değil fakat tapılacak, peşinde koşulacak olan bir şey de değildir. Çok eskilerde takas sistemleri vardı. Diyelim ki bir köylünün buğdayı var ve bunu satacak; peki nereye satacak?   Ya birinin tavuğuyla, ya birinin hayvanı ile, ya birinin değerli bir şeyi ile  ya da bir madenle değiştirecek.  Oradaki maden bazen gümüş, bazen altın, bazen de değerli herhangi bir taş ya da diğer bir üretim aracı olabilirdi. Öyle ise üretim önemliydi. Şimdi gelinen durumda da  üretim önemli hâle gelecek. Yani ne üretiyorsan, o ürettiğin önemli. Bugüne kadar belki bazılarınızın kira gelirleri vardı, başka yerlerden geliri vardı ama yatarak ve dinlenerek para kazanma dönemi artık bitiyor. Üretenin para kazanacağı, aslında maddenin enerjisini üreterek kazanacağımız  bir dönem başlıyor. Eskiden sadece bir işçilik alanında, bir rutin hâlinde, bir işi ezbere yaparak da para kazanma durumları vardı. Oysa artık bir robotun, mekanik bir sistemin yapacağı işler insana para kazandırmayacak. Öyleyse rutinde olanlar, bir şey üretmeyenler bu dönemde  üretmek zorunda kalacaklar. Her türlü üretimin müthiş bir şekilde gelişeceği, ilerleyeceği ve ilerletici olacağı bir dönemin başındayız. Özellikle teknolojik sistemlerin, tüm elektronik, robotik ve bilgisayar çip sistemlerinin, haberleşme sistemlerinin de gittikçe artacağı bir dönem başlıyor. Tabi ki bunların kargolanması ile ilgili, taşımacılığı ile ilgili tüm o alt dallar, tüm bilgi ve bilginin yayılımı, eğitimi -ama sadece öğrenimi değil gerçekten eğitim- işlerinin büyüyeceği, manevi eğitim sistemlerinin yenilenerek ‘eski bakış açıları ile değil, yeni dünya gözüyle’ ilerleyeceği yeni felsefeler gelecek. Bu yepyeni bilgi akışları; aralarında bilgiyi gerçekten hazmedemeyenler, doğru şekilde görüp okuyamayanlar için de bazı aldatıcı sistemlerle birlikte gelecek. Bol bol sahte peygamberler, dervişler, sözde bilgeler çeşitli şekillerde ‘yetiştirilerek’ toplumu belli şekillerde yönlendirmeleri de sağlanacak. Hatta yapay zekaların yazacağı çeşitli kitapların, çeşitli bilgi sistemlerinin ve bazı manevi şahsiyetlerin taklit edilerek sizleri belli yollara sevk eden sistemler de sunulacak. Herbiriniz maneviyatınızı ve imanınızı, ancak doğru okuma sistemlerinizi geliştirdiğinizde korunacağınız; müthiş cicili bicili bilgilerin, durumların size sunulabileceği hâllerle karşılaşacaksınız. Birçok kişi, etikete, apolete ya da mesela televizyonların ya da herhangi bir şeyin öne çok çıkardığı yerlerdeki kişilere meyledecek ve bunlar tarafından kandırılmalar çoğalacak fakat siz hayatı doğru şekilde okumayı biliyorsanız, bir kişinin kelimelerinin ve ifadelerinin aslında ne anlattığını, o kişinin aslında nasıl bir hâlde olduğunu, kullandığı kelimelerden kişinin enerjisini, frekansını, idrak seviyesini okuyarak da çözebileceksiniz ama sadece işin şovuna bakanlarsa yanılabilecek. Asıl olanla taklit olanı ayırt edebilmeniz çok önemli çünkü holografik sistemler size öyle sanal gerçeklikler sunacak ki o gördüğünüzün gerçek mi yoksa sanal yaratılmış bir holografik sistem mi olduğunu ayırt etmekte zorlanacaksınız ve aynı zamanda ilmî, manevi ve ruhsal sistemlerde de bunlar gerçekleşecek. Hatta bunların bir kısmı rüyalara bile taşınacak kadar ince titreşimli olabilecek. Tabi ki bu sistemler içerisinde insanlığın ve insanların tam kontrole alınması ile ilgili bazı eylemler gerçekleşecek, ki burada para en önemli unsurdur. Yani parayı kontrol edebilen bir küresel yapı insanları kontrol edebilecek. Bugün belki gıdalarımızla ya da  ülkelerin bazı durumlarını idare ederek insanlar yönlendirilip kontrol edilebiliyor görünse de, medya ile kontrol edilebiliyor görünse de eğer bir insanın parasını kontrol edebiliyorsanız onun özgürlük alanını kontrol edebiliyorsunuz demektir. Bu zaman zarfı içerisinde de kağıt paraların ya da ulusal paraların, ulusal merkez bankalarının paralarının değişerek kendilerini artık daha elektronik paralara geçirildiği dönemler olacak fakat bu aradaki boşlukta değerli madenler -başta altın, gümüş gibi değerli taşlar- bizleri kurtaracak olan önemli bir unsur. Belki sanal paran, özgürlüğün kısıtlansın diye kilitlenmiş olabilir ama sen elindeki bir cumhuriyet altını ile gidip icabında bir köylüden istediğin bir şeyi alabilir ya da istediğin herhangi bir şeyi satın alabilmek için karşındakine birkaç tane gümüş boncuk verebilirsin.  Bu gibi geçişler kademeli bir şekilde dünyada oluyor ve olacak. Bu esnada tabi ki ülkemizde de, dünyanın bir parçası olarak bazı şeylerin olması muhtemel. Bunların hiçbir tanesine bir korku ve endişe olarak değil, sadece bir manevra yeteneği ile yöneterek bakın. Arabanın içinde giderken bir taş çıkmış olabilir, taş çıktı diye korkmaya gerek var mı? Sadece direksiyonu çevirip yanından geçeceksiniz.  Dünyada da para sistemlerinin değişeceğini -bugün rezerv paralar olan, çok güçlü görülen para birimlerinin ya da bunlara bağlı bütün o para sistemlerinin zaman içerisinde değişeceğini- ve onların, o önemli gibi görünenlerin belli bir zaman sonra önemsizleştirileceğini hatırlayın. Bir şeyin altı çekilecekse o şey önce şişirilip, kabartılıp yükseltilir; ondan sonra altındaki çekilir. İşte o zamanları uyanık bir şekilde takip etmeniz önemli. Burada en önemli nokta şu: dışarıda bir şey oluyorsa sizin içinizde olan bir talepten dolayı oluyor. Her birinizin aslında bu değişecek olan, değişim hâlinde olan para sisteminin altında bir imzanız var. Yani zaten sizin için hayırlı olacak ama o hayırlı olanın akışı sırasında ayağınızı yere sağlam basabilmeniz çok önemli. Bu akış içerisinde endişeye ya da korkuya kapılırsanız, bir şeylerim gidiyor ya da değer kaybediyor endişesine düşerseniz  de daha çok kayıp yaşayabilirsiniz. Siz aldığınıza, alacağınıza, kazancınıza ve kazanacaklarınıza odaklanın. Kaybedeceklerine, gidene odaklananlar için kayıp artacak. İşin sırrı burada. Benim param şöyle değer kaybetti, böyle gidiyor, diyerek bu noktaya odaklanandan daha çok gidecek. Benim bu işten kazancım ne? Evet, para değişirken, paraya bakış değişirken, dünyanın tüm bu sistemleri, paraya bağlı tüm alışveriş sistemleri değişirken ben bu işten nasıl kazanırım, diyerek maddi ve manevi kazancına odaklanan da hayallerinin kazancının içerisinde gezinecek. Aynı zamanda, kazançla bereketi çağırın çünkü ne kadar çok kazanırsanız kazanın, kazancınızın bereketi varsa birikim olur. Birikim için kaynaklarınızı çoğaltın. Kaynaklarınızın çoğalması ile ilgili hayaller, imajinasyonlar yapın. Diğer türlü, yabancı paraların değerinin artması-azalması, bunlarla ilgili çeşitli spekülasyonlara kanmanız sizi kayba odaklar ki yaşadığınız ülkenin dahi herhangi bir kaybı var diye ona odaklandığınızda, eğer o ülkenin içindeyseniz siz de aşağılara çekilirsiniz. Şu andaki bizi yöneten, seçtiğimiz yöneticiler de bizim için en hayırlısını yapıyorlar. Oradakilerin iyisi vardır, kötüsü vardır, hizmet edeni vardır. Ama her birisi bütünsel olarak her birimizin siparişini yerine getiriyorlardır. Bunlarla ilgili doğru tespitler yapın, doğru okumalar yapın, fakat şikayet etmekten uzak olun. Olanı doğru okumak önemli. Beğenmiyorsan bir dahaki sefer seçme hakkın var fakat yargılayarak değil. Çünkü onun senin bir ihtiyacın olduğunu hatırlaman önemli; tıpkı şu anda yaşadığımız olayların da bizim ihtiyacımız olduğunu hatırlamamız gerektiği gibi. Her biriniz dönüşüm istediniz. Ruha, maneviyata yönelmek istediniz. Maddenin tutsaklığından özgürleşmek istediniz. İşte gün, bugün ve şimdi : Para olarak nitelendirdiğimiz maddenin enerji birimleri artık çokça hızlandığı bir değişim sürecinde. Aslında bu süreç 2017'de başlamış bir süreçti. Daha öncesinde 2008 yılında -zannediyorum bu krizler başlamadan 1-2 hafta evvel bir aktarımda şöyle denmişti: Bugüne kadar sadece paranın peşinde koşup, parayla zenginleşenler için artık enerji değişiyor. Ruhu ve maneviyatı almak isteyenler, maddi zenginlikleri bugüne kadar kendilerinden uzağa koymuşlardı ama şimdi manevi zenginlikleri yakalayanlar maddi zenginlikleri de hayatlarına davet edebilecekler. Maddi ve manevi zenginlikleri dengeli bir şekilde hayatınıza sipariş verin. Ne sadece maddi ne sadece manevi; ne sadece ruh ne sadece dünya. İkisini de bir kumaş gibi düşünün, siyah ve beyaz ipliklerden oluşuyorlar. Birisi ruh, birisi madde. İşte bunu, ruhun ve maddenin, siyah ve beyaz ipliklerin birlikte dokuduğu çok tatlı ve güzel bir kumaş gibi görün. Bizler hem bedenimiz hem dünyamız hem hayatımız; ruhun ve maddenin birlikte oluşturduğu güzel bir kumaşız. Onun için ruhsal ve maddesel zenginlikleriniz, yani bir taraftan nefesiniz, hayattan alacağınız tatlar güçlü ve kuvvetli olsun, bir taraftan da maddenin size sunulan imkânlarını doğru ve konforlu bir şekilde yaşayabilmek için, ruhunuzu daha iyi tekâmül ettirebilmek için paranın da gücü siparişiniz olsun. Bu değişen ve gelişen dünyamız bize huzur versin, güzellikler sunsun ve bizler bunları kısmete çevirelim. Sevgilerimle. Hoşça kalın. Kaynak: https://www.unalguner.com/d/55972/dijital-para-cagi-elektronik-para-paranin-enerjisi-ve-yeni-dunya-ekonomisi
Yaradan ile İş Birliği: İçsel Huzur ve Hayatın Anlamına Yolculuk

Ünal Güner | Ol An'ı okuyarak kendini ve hayatını iyileştir

Yaradan ile İş Birliği: İçsel Huzur ve Hayatın Anlamına Yolculuk

on Ağu 04 2025
Kontrollü değil kontrolcüysen, güvenli hissetmeyip korkak isen, emin olmak yerine endişeliysen, sakin değil de öfkeli ve kızgın isen sen kiminle ve ne ile iş birliği yapıyorsundur? Nefsin ya da nefsinin kullanıldığı egoizmin içerisinde olduğun yerlerde mecazi olarak şeytan ile iş birliğindesindir. Yani sadece dışarıyı, maddeyi, dünyayı ya da gördüklerini gerçek zannederek onların oyuncağı olma yolunda ilerlersen senin iş birliği yaptığın şey sadece madde, egoizmin seni götürdüğü birtakım tuzaklar olur. Öyleyse kendine sor: “Yaradan ile nasıl iş birliği yaparım?” Böyle bir iş birliği mümkün mü, yoksa böyle bir konudan bugüne kadar kaçtın mı? Eğer sen, sana verilen işi, alanı, enerjiyi görerek ve fark ederek hayatın içerisinde, o işin içinde tam ve mevcut bir şekilde bulunuyorsan; o işi özenerek, ertelemekten uzak bir biçimde, o anda o işin yapılmasının gerekliliğini bilerek yapıyor ve korkulardan, endişelerden, acelecilikten, çatışmalardan, öfke ve kızgınlıklardan uzak bir şekilde, geçmiş ve gelecekten özgürleşerek tam da burada, bulunduğun yerde mevcutsan yaptığın işe yüreğinle, kalbinle, sevginle ve hatta ilahi bir aşkla akmaya başlarsın. Peki bunun adı nedir? Eğer bir işi gerçekten severek yapıyorsan gözlerinin içi ışıldamaya başlar, mutlu olmaya başlarsın. Mesela bir işin var ve sen o işe, o işin içerisine gerçekten akıyorsun. O işi yalnızca para kazanmak, birilerinin onayını almak, birileri tarafından pohpohlanmak veya alkışlanmak için değil; gerçekten sevdiğin için yapıyor ve hatta aktığın şeyden sana neler geleceğinin beklentisi içinde dahi olmadan onu kucaklıyorsan, oradaysan işte o zaman o özenle, sevgiyle, aşkla aktığın işte, bir bakarsın ki o elin sahibi artık Yaradan olmuş. Yaradan’ın eliyle bir iş yapıyorsun; bir resim çiziyor, bir müzik icra ediyorsun, bir vidayı sıkıyor, bir ahşabı kesiyor ya da bir kediyi seviyorsun. Bu el senin, evet; senin bir uzantın. Ama o anda kediyi severken artık Yaradan’la iş birliği hâlindesin. O köpeğin gözlerinin içerisine, gözlerinin içinden bakan, iş birliği yaptığın; o görünmez olan. Ve sen ne kadar buradaysan, buradalığın içerisinde ne denli aşkla, sevgiyle, hayatı, hayatını, bizzat kendini, sana verilenleri, sunulanları, yeteneklerini, getirdiklerini, gideceğin ve gittiğin yeri, güvenini, aldığın tatları ‘kabul’le sevebiliyorsan gözlerinin içinden gülümseyen artık O olur. İşte bu, seni bir hâle, bir alana davet ediyor. Hayatın içinde sakince, sakinlikle, sade ve güvenle bir huzura çağırılıyorsun. O huzurun adı da ‘huzurundalık’. Huzurunda olmanın tadı dediğimiz de aslında Yaradan’la iş birliği hâlinde olmanın bir bilgisi ve bilgeliği. Peki bu, senden o kadar uzak mı? Diyelim ki birisi bunu sana anlatıyor. Mesela Ünal sana diyor ki, böyle bir şeyler var. “Ah ben yapamam. O benden ne kadar uzak.” mı diyeceksin? Oysa uzak zannettiğin şey bir adım. Sadece bulunduğun yerde, şu anda, bulunduğun anla buluşman. Bu anın içinde olup seyrettiğinden dahi tat alman. Ne ile buluşuyorsun? Yeni bir şeyle... Diyeceksin ki, olur mu, ben bunu zaten biliyordum. Hayır! O yeni bilmeyi de bırak. Şu anda ve burada bu buluştuğunla kucaklaş. Ve tabi ki tüm bu ifade edilen hâli, bu durumu sen de yaşayabilirsin. Bu dünyada herhangi birinin yaptığı ve yaşadığı herhangi bir şeyi hepimiz yapabiliriz. Peki şimdiye dek neden kaçtın, neden korktun bu iş birliğinden de gidip şeytana sığındın? Neden geçmişte karanlıkla iş birliği yapmaya başladın? İşte bunun altında yatan neden de aslında ışığın gücü ve kudretinden, kendinden çıkacak yeteneklerden, kendi yüceliğinden, büyüklüğünden, senin bir parçanın O’nunla birlikte, burada ve O’nun da seninle beraber olmasından ürkmendi belki de. Gel aş bunu. Sen zaten mükemmel olansın, mükemmel bir yaratımsın. Sende olan hâl, şey âlemde var. Onun için âlemde olan âdemde, âdemde olan da âlemdedir.  Ve sen bütün bu yeteneklerin ve gücünle burada olarak ve o mevcudiyetinle bu olumsuz duygu ve düşüncelerden arınarak tam da burada, yeniden ve yeni bir şekilde başlamaya hazırsan ve ‘ben de yapabilirim, yapmaya niyet ediyorum’ diyorsan, talebin buysa yol hemen kendiliğinden açılıyor: Gel iş birliğine. Dışarıyla ya da şeytan ile yaptığın iş birlikleriyle Allah'a ortak koşmayı bırak. O şirkten arınıp buraya yönel. Ve buraya geldiğinde, aslında gönülle akarak gönlünle yaptığın işlerde, iş birliği yaptığın Allah olacak. Sen eğer bu iş birliğine varsan, burada iki gibi görünen şey adım adım bir olacak. Evet, bir taraftan iki olacak ama bu iki zannettiğin şey seni Bir’e götürecek ve Bir’e taşıyacak. Sen ne O’yum diyebileceksin ne de O’ndan öteyim diyeceksin.  Öyleyse, bu iki gibi görünen bilginin içerisinde, bu iş birliğinin içerisindeki iş, sen, hayatın ve O’nunla birlikte yaşayacağın bu hâl olacak. Ve bu hâl, sana içeriden, gönlünden, içeriden içeriye açılan bir kapıdan her an fısıldamaya ve fısıldanmaya hazır olacak, şayet sen hazırsan. Bugün birinin aracılığıyla dışarıdan kulağına aktarılan bu bilgi, sen istersen ve dilersen, gönlünden sana, senin aracılığınla verilmeye hazır.  Yeter ki şunu söyle: “Evet, ey gönlüm, ey kalbim, ben Yaradan’la iş birliğinde olmak istiyorum, ben huzurlu olmak istiyorum. Hayatın tatları ve lezzetleri ile buluşmak istiyorum. Bugüne kadar birçok faniye takıldım. Onlar geldi geçti. Şimdi geçici olanla, yanıltıcı ya da beni oyalayıcı olanla değil, oyalayıcı olanlardan sıyrılarak, orada eğlendiğim ve kendimi kandırdığım, belki de gerçeğe ve hakikate sırtımı döndüğüm yerlerden, şimdi bir farkındalıkla kendimi geri çekiyorum. Yeniden başlayabilirim. Evet, geçmişte düştüm, yapamadım ve belki de çeşitli şekillerde zorlandığımı zannettim. Oysaki hayat bana bugün, bufırsatı bir daha, yeniden veriyor.” Biraz önce düşmüştün ama şimdi elini uzatıyor: “Hadi kalk.” diyor. “Hadi gel, bir daha yürüyebiliriz, bir daha güzele gidebiliriz çünkü sen sonsuz bir varlıksın.” diyor. Sonsuz ne demek? Sonsuzluğun bilgisini, bilgeliğini almaya hazır mısın? Sonsuzun içine dalmaya hazır mısın? O’nunla iş birliğiyle yeni işlere var mısın? Sevgimle, hoşça kalın.  Kaynak: https://www.unalguner.com/d/55850/yaradan-ile-is-birligi-icsel-huzur-ve-hayatin-anlamina-yolculuk
Olumsuz Duygulardan Arınma: Şikâyet ve Acıyı Nasıl Bırakabiliriz?

Ünal Güner | Ol An'ı okuyarak kendini ve hayatını iyileştir

Olumsuz Duygulardan Arınma: Şikâyet ve Acıyı Nasıl Bırakabiliriz?

on Ağu 04 2025
Acıya, şikâyet etmeye ya da negatif enerjiyle beslenmeye ihtiyacınız varsa bunlar için doğal olarak “Aman kimse dokunmasın!” diyebilirsiniz. Bu olumsuz düşüncelerin ortaya çıkması, olumsuz durumlardan beslenme ihtiyaçlarından özgürleşmek, hayatta çok farklı huzur ve deneyimler yaşamanızı sağlar. Neden acıyla beslenmeye ihtiyaç duyulur? Özellikle acı; bedeninizi, duygularınızı hissedebilmek için çağırdığınız, hayatınıza davet ettiğiniz önemli bir olgudur. Yani sizi burada olduğunuza ikna eder; duyguların çok daha ötesinde, oldukça kuvvetli bir histir acı. “Bak, ben buradayım.” dersiniz ve burada olduğunuzu acıyla, kuvvetli bir şekilde kabul edersiniz. Şu da vardır ki acı, acıtır ve acıtıldıkça da acıyla beslenme ihtiyacı oluşur (Bol baharatlı ve acılı yiyeceğe düşkünlük gibi). Bu durumda gördüğünüzü, öğrendiğinizi ve farklı olayları da kopyalama sistemi gereği, hayatınızda ‘bunlar hep beni mi buluyor?’ gibi bu rahatsızlıklardan, sorunlardan, bol baharatlı dünya hayatından şikâyet etme hâllerine ve söylemlere, olumsuz yaşam tarzına yönelebilirsiniz. Şikâyet ve özellikle eleştiri gibi durumlarda, yani hayatı yeteri kadar, olduğu gibi kabul edememek, değiştirmeye çalışmak, ‘bak, yine benim dediğim gibi olmuyor’ diye şikâyetten beslenme durumları ise temelde aslında Yaradan’ın düzeni ve sistemini kabul etmemekten geçer. Eğer biz olanı olduğu gibi değil de kendi egomuzun, nefsimizin çıkarı ve isteği doğrultusunda yapmak üzere bir kontrol çabasındaysak tabi ki bundan da bir şikâyet çıkarımı elde etmek isteriz. Şikâyet ettikçe, şikâyet edilecek konuların ve alanların arttığını da şuuraltımız bilmesine rağmen, şikâyetten beslenebilmek için çevresinden, ülkesinden, eğitiminden, hastalıklardan, sorunlardan, dünya düzenlerinden ve yeniliklerden şikâyet edip durur birçok kişi. Oysaki şuuraltı biliyordur: Biraz daha şikâyet et ve şikâyetler daha da artsın… Kendisine sorsak kişi şöyle der: “Hayır ben bunların her bir tanesinin bitmesini istiyorum.” Aslında onların her bir tanesini elesek de o potansiyeldeki bir kişi yeni beslenme kaynakları bulacaktır. Bunların temelinde ve kökeninde negatiften beslenme ihtiyaçları vardır çünkü kişi pozitif bir alanda aşırıya gitmiştir. Gittiği o aşırı pozitif alanı dengeleyebilmek için de bu negatif beslenme kaynaklarına ihtiyaç vardır. Örneğin aşırı zihin, aşırı düşünce, bir alanda aşırı eylem ya da mesela aşırı doluluk... Bir şeyi bırakmamanın doluluğu pozitiftir ya da biriktirdiklerine aşırı şekilde bağımlı olmak da ama o pozitif; dediğimiz gibi, çoğalır çoğalır ve sizi negatif yönde beslenecek bir alana iter ve bu alandaki kişilerin birçoğu hayatın her gününün tekrar ettiğini düşünenlerdir. Onun için her gün aynı dünyaya, aynı güne tekrar tekrar doğarlar ve aynı günü tekrardan yaşarlar. Onlar için bir gün vardır o da eski gündür ve o kimseler devamlı dünü yaşarlar. Dünü yaşamayı bırakmayan, yani şikâyetten, acıdan beslenmeyi bırakmayan ise bugüne gelemez. Bugüne gelebilmek için dünle vedalaşıp; dünü yani eskiyi geçmişe emanet edebilmek çok önemlidir. Özellikle bu hayata yeteri kadar topraklanamayan, köklenemeyen, hayatla yeteri kadar bağlantı kuramayanların da acıya ihtiyaçları vardır. Acı, o kişiye sen buradasın, dünyadasın, ayaktasın diyerek, ayaklarını yere sağlam bastırır. Dünyanın birçok yerinde, dünyayı sevebilmek için köklenebilmek gerektiğinden, insanların köklenebilmesi için acılar yaşatılır. Özellikle günümüzde, zamanımızda hayat ve dünya ile ilgili şikâyetler daha da artmaktadır. Bu artış devam ettiği müddetçe de şunu göreceğiz ki acılar da artacaktır. Acıdan özgürleşebilmemiz için, hayatı, dünyayı, kendimizi, bedenimizi sevmeye ihtiyacımız var. Sevdikçe, sevdiğimiz alanlara yoğunlaşıp odaklanacağız ve odaklandığımız alanlar içerisinde de daha fazla kökleneceğiz. Köklendiğimizde hayatı ve dünyayı daha fazla hissedeceğiz ve hissedebildiğimiz ölçüde hisleri seçebileceğiz. Yani ‘ben  daha tatlı ve daha lezzetliyi seçebilirim, bana hoş gelecek kokuları seçmek varken niye farklı kokular seçeyim’  diyebileceğiz ya da ‘tenimi okşayan, kadife gibi yumuşacık güzel tatlar ve lezzetler, güller, çiçekler varken neden dikeni hayatıma davet edeyim’ diyebileceğiz. İşte bunların her bir tanesinde şöyle bir şey var: Bizler seçim yapabilme gücünde ve özgürlüğündeyiz ama istersek özgürlüğümüzü; kendimizi bağımlı kılmak için de kullanabiliriz. Yine, seçimi yapacak olan insanın kendisidir, yani biziz. Burada hatırlamamız gereken şey şu: Gerçekten geldiğimiz dünyayı, hayatı sevip burada kendimizle, hayatla buluşmayı seçebiliriz, isteyebiliriz çünkü bu dünya çok güzel ve kıymetli bir armağan.  Her ânıyla, her tadıyla burada hayatla, nefesle ân içinde buluşalım. Özümüzle ve varlığımızla bağlantıda olalım, bağlantımızı kuralım. Bu şekilde olduğunda, yani hislerimizi açtığımızda, duyularımızı açtığımızdaysa duyularımızı gerçekten lezzetli tatlar almaya yönlendirebilir ve bu hayatı huzurlu kılabiliriz. Huzurda ve huzurunda olma dileğiyle..   Sevgilerimle Hoşça kalın. Kaynak: https://www.unalguner.com/d/55457/olumsuz-duygulardan-arinma-sikayet-ve-aciyi-nasil-birakabiliriz
Bağımlılıklarımı Sağlıklı Bağlara Nasıl Dönüştürebilirim?

Ünal Güner | Ol An'ı okuyarak kendini ve hayatını iyileştir

Bağımlılıklarımı Sağlıklı Bağlara Nasıl Dönüştürebilirim?

on Ağu 03 2025
Bağımlılıklara neden ihtiyaç duyarız? Bağımlı olmaya ihtiyaç duymanın sebebi aslında dünya ile sağlıklı bağlar kuramamaktır. Sağlıklı bağlar kuramamanın temelinde de hayatla, dünyayla yeteri kadar barışık olamamak ve onun kıymetini ve değerini bilememek vardır. Diyelim ki bir kişi anne bağımlısı ya da geçmiş bağımlısı ya da bunların ortak isimleri ile madde bağımlısı. Maddede herhangi bir şeye bağlı, bağımlı olmak; bir ilişkiye, karşı cinse, evlada, bir eşyaya, bir eve, arabaya ya da lüks eşyaya, bir kıyafete, ayakkabıya ya da herhangi bir şeye geçmişten hatıra diye aşırı bir şekilde yapışıyor olmak aslında bir madde bağımlılığıdır. Öyleyse madde bağımlılığından özgürleşebilmek dünya ile yeniden sağlıklı bağ kurabilmekle mümkün. Peki biz bu sağlıklı bağları nasıl oluşturalım ki bağımlı bağlardan özgürleşebilelim? Bir insanın sağlıklı bağlar kurabilmek için öncelikle kendi hayatının, ona verilenlerin değerini ve kıymetini bilmesi çok önemlidir. Eğer kişi kendi değerini biliyorsa; kendisine ne kadar değer verildiğini, yeteneklerinin, hayatının, tek bir nefes almanın, sağlıkla, şükür ile bir nefes almanın kıymetini ne denli biliyorsa hayatının değerini de o oranda bilmeye başlar. Bazen diyorlar ki, “Bazı ekonomik durumlarım var; bedenimde şunlarım var; bir sürü şikayetim var; öldük, mahvolduk, böyle parasızlık çekiyorum… “ Peki, diyorum, şimdi sana bir milyon verseler bir gözünü verir misin? Bakıyor, hayır, diyor. Peki, diyorum, çok daha büyük şeyler verseler, sadece ağzının tadını verir misin? Bir daha sadece damak tadı almayacaksın ama gelip sana 10 milyon verecekler. Hayır, diyor. Bu şekilde devam ediyoruz ve görüyoruz ki aslında ne kadar da zenginiz. Kendi zenginliklerini gören şükretmeye başlar, Öncelikle, şükrettiği şeyin, hayatın ve hayatın sunduklarının da yaradan tarafından verildiğini bilir. Öyleyse hayata, hayatı verene, hayatı yaratana ne kadar şükredebilirsen kendi hayatının değerini de öylece bilmeye başlarsın ki bu da seni bir çeşit şükre götürür. “Çok şükür ben iyi ki varım.” der ve bu sefer hayat içindeki her bağı kendine değer vererek kurarsın. Geçmişte kendine değer vermeden kurduğun bağlardaki bu değersizlik hissi ile bağlandığın şeye değer vermiştin. O bağlandığın şey senden daha değerliydi; bazen alkoldü, bazen uyuşturucuydu, bazen kumardı, bazen herhangi bir maddenin aşırı çekici tarafıydı. Bunların hiçbiri senden daha değerli değil. Sen varsan bütün bunlar var; sen varsan çocuğun var, sen varsan annen var, baban var, ailen var, karın ya da kocan var. Çok şükür ki sen varsın ve şu anda varlığını onurlandırarak O’na şükredebilirsin. Hatta hayatında bugüne kadar belki kızdığın, öfkelendiğin ya da sana zarar verdiğini zannettiğin kişilerin perde arkasındaki durumlarını gördükçe bir bakarsın ki onların da sana hizmetleri olmuştur ve böylece onlara dahi şükredecek bir hâle gelirsin. Dünya ile, hayat ile sağlıklı ve doğru bağlar kuramamanın bir özelliği de kök merkezimizin, yani kuyruk sokumu merkezimizin yeryüzü ve dünya ile yeteri kadar uyumlanamamasıdır, ki burası aslında bir nevi kırmızıyla, alabilmemiz ile ilgilidir. Yani siz eğer hayattan yeteri kadar almayı kabul edemiyorsanız sağlıksız bağlarla kökleniyorsunuz demektir. Peki nerede, neleri alamıyorsun?  Mesela kırmızı, al rengi yani bir şey almak; atalardan bize gelen bir miras... Kırmızı, turuncu gibi renkleri giyerken, kullanırken zorlanıyor musun? Ya da aksi biçimde davranarak kullanımlarını abartıyor musun? Bu renkler doğru bağlarla hayata ve dünyaya köklenmemizi sağlar. Eğer sürekli taşınıyorsan, sürekli evden eve geziyor ve ilişkilerde köklenemiyorsan doğru ve sağlıklı bağlar kuramamışsındır. Ya da diyelim ki çok ileri bir yaştasın ama annenle, babanla yaşamak durumundasın. Hatta ayrıldın ve tekrardan annenin ya da babanın yanına döndün. Bu demektir ki hâlâ geçmiş köklerinden, bağımlılıklarından kopamıyorsun ya da bunları sağlıklı bağlara dönüştüremiyorsundur. Öyleyse şimdi yeniden sağlıklı bağlar kurabilmek üzere hayatı, kendini ve varlığını severek, sana verilen bu emaneti doğru şekilde kullanabilmenin farkındalığı ve idrakiyle hayata her gün yeniden başlayarak, doğarak, merhaba diyerek, kendini kucaklayabilir, hayatı kucaklayacağın çok tatlı ve güzel bir döneme başlayabilir ve hatta bizzat başlatabilirsin. İşte bunun için bağımlılıkların ne hizmet ettiğini anlayarak ve fark ederek, onlara bugüne kadarki hizmetlerinden dolayı teşekkür ederek şimdi şu an içerisinnde onları bırakalım ve sağlıklı bağ kurmaya geçelim. Evet, bağlara ihtiyacımız var; ilişki bağlarına, sevgi bağlarına, maddeyle, dünya ile, hayat ile kuracağımız bağlara ihtiyacımız var. Ama bunları şimdi çok daha sağlıklı ve istediğimiz zaman bırakabileceğimiz, sahiplenerek değil, bize emanet edilenlere sahip çıkarak teşekkür ve şükür ile yeni bir dönem başlasın. Sevgilerimle. Hoşça kalın. Kaynak: https://www.unalguner.com/d/55453/bagimliliklarimi-saglikli-baglara-nasil-donusturebilirim
Zenginlik Nedir? Maddi ve Manevi Zenginliği Doğru Anlamak

Ünal Güner | Ol An'ı okuyarak kendini ve hayatını iyileştir

Zenginlik Nedir? Maddi ve Manevi Zenginliği Doğru Anlamak

on Ağu 03 2025
Öncelikle, zenginlik dendiğinde çoğumuzun aklına para zenginliği geliyor. Oysaki kendini en fakir zannedenlerin birçoğu sevgi, dostluk, huzur veya sağlık gibi alanlarda zengin olabilir. Diyelim ki size bir güç emanet edildi; sizin bir konuda gücünüz, bir konuda zenginliğiniz var. Siz bu zenginliği istediğiniz gibi kullanamıyorsunuz. Hangi alanda zenginliğiniz varsa, o zenginlik beraberinde sorumluluğu da getiriyor. Emanet aldığınız merci neresi ise, oraya karşı bu sorumluluğu yerine getirmek ve oranın hakkını vermek durumundasınız. Zenginlik kötü bir şey değil. Zenginliği kişi ‘benim’ zannederek sahiplendi ise bu sadece biraz tehlike arz ediyor. Tabii ki maddi ve manevi zenginleşelim ve her alanda da kendi gücümüzü, bize verilen emanetleri alalım ve kabul edelim. Mesela, birçok evliyanın ve peygamberin zenginlikle ilgili söylediği birtakım cümleler vardır. Bunların bazıları tam anlaşılmamış olabilir. Şimdi birkaç tane örnek hatırlatmak istiyorum. Hz. Muhammed bir sofraya davet ediliyor; “Ooo burası bir Firavun sofrası olmuş” diyor, aşırıya gidilmiş. Aşırı bir zenginlik zannedilen şeyin bu kadar aşırı saçılması ve savrulması yüzünden o masadan kalkıyor. Hz. İsa, zenginin cennete girebilmesinin bir devenin iğne deliğinden geçebilmesinden daha zor olduğunu söylüyor. Yine birçok evliya hikâyesinde zenginlikle ilgili biraz kulak çekiliyor.  Neden zengin olunca manevi hale girebilmek zorlaşıyor? Zenginliği çok artmış birçok kişinin manevi hâle, duruma kibirle baktığına şahitlik etmişizdir. Ama bu, her zenginliği olan illa böyle yapacak demek değildir. Çünkü her birinizin zaten zengin olduğu alanları vardır. Para zenginliğinde olanlar, bilgi zenginliğinde olanlar veya makam zenginliğinde olanlar da çoğunlukla aynı durumu yaşamaktadırlar. Yani manevi hâle tepeden, yukarıdan bakma durumunu… Oysaki, bu dünyada sahip olduğumuzu zannettiğimiz her şey bize emanet edilen şeylerdir. Biliyoruz ki, bu dünyadan giderken kefenin cebine bir şey koyamıyoruz. Yani çoraplarla bile gidilmiyor oraya. Öyleyse, bu dünyadan giderken zengin gitmek doğru değil. Yani bu dünyada yapacağımız aslında, bu zenginliği bir şekilde paylaştırarak gidebilmek; zenginliklerimizi burada çeşitli alanlara, çeşitli ihtiyaç sahiplerine aktararak gidebilmek. Bu konuda şahit olduğum bir örnek vermek istiyorum. Çok zengin bir tanıdığım ağır hasta ve akrabaları kendisinin ölümünü beklerken, ben de ona şahitlik ediyorum. O anda gördüğü vizyonla kişi şunu söylüyor: “Hem elimdeki eşyaları, birikimlerimi, paralarımı alıyorsunuz, hem de buna direniyorum diye beni dövüyorsunuz.” O anda ona verilen vizyon bu. Bıraktırabilmek için, sahip olduğunu zannettiği şeyleri onun elinden alabilmek için sistemin o anda ona sunduğu bu görüntü. Yani bırakmayana zorla, döve döve bıraktırıyor sistem. Öyleyse, bazılarınız şunu söyleyebilir: “Tamam da ben çocuklarıma miras bırakmak için bu kadar çok çalışıyorum, mal mülk biriktiriyorum. “ Oysa çocuğunuz akıllıysa parayı ne yapsın, çocuğunuz akılsızsa parayı ne yapsın; öyle değil mi? Onun için çocuklarınıza vereceğiniz en güzel miras; kendi hayatınızı doğru ve güzel yaşayarak, kendinizi mutlu ederek, onlara mutlu olabilecekleri bir bilgelik bırakmaktır. Tabii ki imkanlar da sunmak durumundasınız.  Öyleyse zenginliklerimizi ne yapacağız?  Zenginliklerimizi ‘dünyaya, hayata, başkalarına nasıl faydalı olabiliriz?’ diye düşünerek, hayattayken doğru şekilde kullanmalıyız. Bu dünya hayatından giderken üzerimizde neredeyse o kefene girecek kadar sadeleşerek, gidecek bir hâle gelmeliyiz. Zenginin arkasına dönüp, “Bak şuyum da var ve bunu bırakamıyorum.” diyeceklerini bırakması önemlidir. Zengin ne yapsın? Zengin sadeleşsin. Çünkü, her bir güç her birimize emanet veriliyor ve bu gücün bir sorumluluğu var. Her zenginliğin bir sorumluluğu ve o sorumluluğu doğru şekilde kullanmamanın da bir vebali var. Şunu yapamazsınız: “Para benim değil mi?“ deyip, istediğiniz gibi kullanamazsınız.  “Kulluk benim değil mi? Kendi kul hakkımı istediğim gibi saçarım.”  diyemezsiniz. Bize emanet edilenlere saygı duymak ve onları hayat içerisinde gerçekten hak edenlerle paylaşmak durumundayız. Bu nasıl ki parasal zenginlikte böyleyse, bilgi zenginliğinde ve hâl zenginliğinde de böyledir. Bilginizi her önünüze gelene saçamazsınız. Hak edene hak edeceği kadar vermek ya da talep olduğunda paylaşmak durumundasınız. Mesela, başka zenginlik kaynaklarını düşünün. Diyelim ki size bir mevki, bir rütbe verildi. O rütbeyi doğru yerde, doğru şekilde kullanmak durumundasınız. Liyakat esasına göre görevinizi yapmak durumundasınız. Ola ki herhangi bir kişiyi kayırdınız, “Bu benim yakınım” dediniz. Bilin ki, bunlar size olumsuz şekilde dönecek ve sunulacak durumlardır. Zenginliklerimizi; hayat zenginliğimizi, tat zenginliklerimizi güzel ve lezzetli bir şekilde kullanalım. Sevgilerimle. Kaynak: https://www.unalguner.com/d/55286/zenginlik-nedir-maddi-ve-manevi-zenginligi-dogru-anlamak
Kader Tarlana Güzellik Tohumu Ekebilirsin

Ünal Güner | Ol An'ı okuyarak kendini ve hayatını iyileştir

Kader Tarlana Güzellik Tohumu Ekebilirsin

on Ağu 03 2025
Kader tarlamıza her gün binlerce tohum ekeriz. Duygularımızla, düşüncelerimizle, hallerimiz ve haletlerimizle... Ve ektiğimiz her tohum aslında bir ağaç olabilme ve bize sunulabilme potansiyelini bünyesinde taşır. Fakat doğaya bakalım, her elma çekirdeği bir elma ağacı oluyor mu? Ama bu potansiyeli taşıyor. Şayet o elma ağacı gerçekten bir toprakla, topraktaki suyla, sudaki ışıkla, oksijenle ve gerekli bakımla buluştuysa, bir bakıyorsunuz ki her yıl çok sayıda elma verebilecek müthiş güzel bir ağaca dönüşebiliyor. Öyleyse diyebiliriz ki aslında her tohumun ağaç olabilme ve hatta ağaçlardan da bir orman olabilme potansiyeli ve özelliği vardır. Yani her ifadenin, her düşüncenin, her talebinin, an ben an her türlü yaratımının aslında gerçekleşebilme özelliği ve bizim de bunları yapabilme yeteneğimiz var. Biz bunu bilsek de bilmesek de, o tohum bunu bilse de bilmese de o tohumların her bir tanesinde yaratımın gücü var ve bu yaratımın gücü Yaradan’dan bir hediye, bir armağan. Yani onun suretinde yaratılmanın bilgisi… İşte ağaç da aslında meyveyi kendi suretinde meydana getiriyor, içine koyduğu her tohumda,  oluşturduğu her tohumda kendi sureti var.  Ve suretindeki bu matematik aslında tüm kâinatta müthiş bir mekanizma olarak an ben an, seyrettiğimiz her şeyde mevcut. İşte bu matematiği fark ettiğimizde, bu sistemi anladığımızda şöyle bir durumla karşı karşıya kalıyoruz: Şimdi hangi tohum ekmek istersin? Elma mı, armut mu, portakal mı, muz mu..? Ya da güzelliklerle mi buluşmak istersin, acılarla mı? Tatlar, lezzetler seni mutlu mu etsin, yoksa şikayet ve isyanlarla mı buluştursun… İşte bunların her bir tanesinin farkındalığı ile kararı verebilmek her birimizin elinde çünkü her türlü tohuma sahibiz. İfadelerimizle, bizden çıkan davranış düşünce ve enerji frekanslarıyla, hayat aynasına yansıttığımız her türlü enerjiyle bu güce sahibiz ve bunun matematiğini Güzellik Tohumu isimli kitabımda da mevcut Sizler bu mekanizmayı kavradığınızda göreceksiniz ki aslında her şey ne kadar da kolaylaşıyor. Sadece hangi ürünü alacağınızı hayal edeceksiniz ve hedefiniz neyse, buluştuğunuzda sizi mutlu edecek, size tat ve lezzet verecek şey neyse odağınız da işte orası olacak. Ya da çözmek istediğiniz bir sorun ya da problem veya temizlenmesi gereken bir durum varsa sadece oraya odaklanacaksınız. Odaklandığınız şeyler büyüyecek, çoğalacak ve nihayet seçtikleriniz size sunulacak. O zaman seçim yapmanın sorumluluğu da size verilecek. Size sunulacak.  Eğer bu sorumluluğu almaya hazırsanız hayatınızın ve yaratımlarınızın sorumluluğu da size verilir. Güzellik Tohumu’nda da bunların detaylarını güzel ve keyifli bir biçimde görebilirsiniz. Pek çok meditatif çalışma, ruhsal egzersiz mevcut. Sadece bilgiyle değil, eylemle de… Eyleme nasıl geçeriz, harekete nasıl geçeriz, ruhsal çalışmaları nasıl yaparız ve bu çalışmaların içerisindeki derinlikler, doğanın içinde nasıl cereyan ediyor?  Doğanın kendinde nasılsa aslında ruhsal ve bedensel her türlü durumumuzun içinde de aynı mekanizmaların geçerli olduğunu göreceğiz. Bu kadar mı benzer, bir ağacın oluşması ile bir talebin oluşması? Bu kadar mı benzer, bir insanın büyümesi ile doğanın, canlılığın büyümesi, artması, çoğalması? Eğer her şey bir ise o hâlde ayrılık gayrılık sadece zihinsel bir şey. İşte bunları bir olarak görebilmenin bir felsefesi, bir matematiğiyle buluşacağız. Ve bunu kavradığımızda hayatımızı istediğimiz şekilde güncelleyebilme, kolaylaştırma gücüne de sahip olabileceğiz. Yaratımın gücü bizi, yarattıklarımızın sorumluluğuyla, kendi güzelliğimizle buluşmaya götürecek. Güzellik Tohumu kitabımda inşallah güzel bilgilerle, şuurlanmalarla ve idrakle buluşalım. Sevgilerimle, hoşça kalın. Kaynak: https://www.unalguner.com/d/55280/kader-tarlana-guzellik-tohumu-ekebilirsin
Babasının Kızı mı, Annesinin Kızı mı? Aile Dinamikleri ve Kadın Psikolojisi

Ünal Güner | Ol An'ı okuyarak kendini ve hayatını iyileştir

Babasının Kızı mı, Annesinin Kızı mı? Aile Dinamikleri ve Kadın Psikolojisi

on Ağu 03 2025
Bir kız çocuğu doğduğunda, neden annesinin kızı değil de babasının kızı olmayı daha çok seçer? Gelin buna yakından bir bakalım. Yakın bir zaman kadar ülkemizin belli bölgelerinde İlk çocuğun erkek olması isteniyordu.  Ve erkek çocuğun daha önemli, daha kıymetli olduğunu düşünülüyordu. Özellikle böyle düşünenlerin büyük bir kısmı annelerdi. Şimdi ise bu durum ülkemizde yavaş yavaş değişmeye başladı.  Yakın geçmişe kadar bir kadın kız çocuğu doğurduğunda kendini eksik ve yetersiz hissedip, “Şimdi kocamın ailesine karşı, etrafa karşı ne diyeceğim” gibi sözler söylerken. Öbür taraftan bir erkek çocuk doğuran başka bir kadın “Bak, ben erkek çocuk doğurdum” gibi sözler söyleyerek gururla görümcelerin arasında dillendirdiği bir durum vardı.  Tabi böyle olunca, doğan kız çocuğu kendini evin otoritesine onaylatma ihtiyacı duyuyordu. Kız çocuğu olarak doğmanın eksikliğini ve açıklığını giderebilmek için, çoğu zaman da babasının (evdeki otorite bazen annesi de olabilir) ya da evdeki otoritenin çocuğu olmayı seçiyordu. Babasının kızı olmayı seçtiyse, bu sefer babasının onayını alacak bir çocuk olarak, daha eril gibi olmayı seçebiliyor. Hele bir de babasından aldığı bazı kodlamalar varsa, örneğin “Benim kızım erkek gibidir, benim kızım bir tabur askerin içine de girse kendini korur” gibi, o kodu daha da erilleştirecek söylemlere maruz kaldıysa, artık o kız çocuğu tamamen babasının kızı olarak, babasının onayını alabilmek üzere hayatını, geleceğini ya da başarı grafiğini buna göre hazırlamak durumuna kalıyor.  Peki babasının kızlarının seçimleri nasıl olur sizce?Tabi ki babasının onayıyla olur, çünkü babasının kızı babasının sözünü dinler. Zamanla sohbet ettiğim arkadaşlarımdan öyle örnekler dinledim ki mesela; kadın bir karar almış ve iyi bir kariyer yapmış. O iyi kariyeri devam ettirebilmek için de çocuk yapmamak üzere babasına; “Baba, ben senin benim için istediğin başarıyı elde edeceğim. Senin kızın olarak seni onurlandıracağım, gururlandıracağım” sözünü vermiş. Tabii ki bu süreç içerisinde zamanla daha eril fonksiyonlar gelişmiş. Mesela kalbin yerine zihin daha çok gelişmiş. Daha çok zihinle karar verme sistemleri başlamış. Bedensel hissedişler, duygusal hissedişler ya da kalbin yumuşaklığı ile yapılacak olan çeşitli davranışlar bazen bastırılmış olabilir. Bunun sonucunda, zaman zaman içerden gelen sesler de kişiyi, “Sen bir kadınsın, bu dişi bedeninde dünyaya gelmiş olmanın tadını ve lezzetini gel al” noktasına getirmiş olabilir.  Bir de bunun tersinde bir babasının kızı olma durumu var. Babası bazen kızının annesine karşı zulmedebiliyor, çeşitli davranışlarda bulunabiliyor ve bu sefer o kız çocuğu babasını çok sevse de babacı olsa da annesine karşı babasını savunurken babasının rolünü almak üzere evin erkeği ve erili olarak gene babasının kızı oluyor. Yani babasının kızı olmanın ikinci modeli başlıyor.   Eğer babası dışarıda zayıflık gösterdi ve yeteri kadar güçlü, kuvvetli olamadıysa, o kız çocuğu evin babası ya da erili olma durumuna geçiyor.  Aslında yine babasının kızı oluyor babasının yapamadıklarını yaparak. Diğer taraftan da babası ile annesinin ilişkisinin daha değişik bir modelini annesi ile yaşamaya devam ediyor ki, bu kişiler kendini daha çok annelerine bağlı ve bağımlı zannederken, aslında babalarının eksikliklerini bu ilişkide devam ettirebilmek için babacı olduklarını kendilerinden bile gizleyebiliyorlar. Bu süreç içerisinde bu kez anne ile sanki bir nikah kıymış gibi ortaya yıllarca süren ilişkiler, bağımlı bağları ortaya çıkıyor ki kendilerini annelerine bakmak zorunda, onlara yardım etmek durumunda ve sürekli onları desteklemek durumunda hisseden bir eril oluyorlar. Yani yine babalarının kızları oluyorlar.  Onun için aslında birçok kadın, evlenip gittiklerinde, çocuk doğurduklarında, ayrılıp tekrar geçmiş ailelerinin plan ve programlarını yapmak üzere geri dönmelerine olanak tanıyacak kocalar buluyorlar. Yani ayrılabilecekleri, kolayca terk edip ya da kendi deyimleriyle kendini aldatıp başka taraflara gidecek bir erkekle eşleşip tekrar geçmiş ailelerine dönerek, özellikle bağ kurdukları babalarına daha yakın oluyorlar.  Bir de tabii ki babalarına aşık kızlar var. Bunlar birinci derecede babam benim erilim diyenler. Burada da tabii ki, hiçbir zaman seçeceği erkekler, kocaları ya da erkek arkadaşları babalarının yerine geçecek kadar değerli ve mükemmel olamadıkları için sürekli babalarının kızları olarak bir ilişkiye devam edecekler.  Onun için her zaman birinci erkek, babaları olacak ve bundan da gurur duyacaklardır. İçlerinde “Benim babam o kadar mükemmel ki” diye kendilerini sürekli bu konuda ikna edecekler. “Zaten ondan daha iyi birisi hiçbir zaman olmuyor” diyecekler. Bu sebep de sorunlu ilişkilerinin kaynağının ve sebebinin babaları ile kurdukları bağımlı bağdan kaynaklandığını göremeyecekler. Oysaki bir kız çocuğu, temel olarak annesinin kızıdır. Ve bir dişi bedeniyle, bir kadın bedeniyle dünyaya geldiyse, dişil özelliklerinin %51 fazla olması önemlidir. Ve şimdi burada göreceğiniz noktalar, fark edeceğiniz çeşitli idrak kıvılcımlarıyla, eğer kendi hayatınızda da böyle noktalar var ise, bunları şimdi görerek bu alanlarla bağ kesebilirsiniz ve bunun daha ilerisini yapmak istiyorsanız özellikle baba ile helalleşmek çalışmamızı izleyebilirsiniz.   Sevgilerimle.  Kaynak: https://www.unalguner.com/d/53765/babasinin-kizi-mi-annesinin-kizi-mi-aile-dinamikleri-ve-kadin-psikolojisi
Kibre Neden İhtiyacımız Var? Kendini Tanıma ve Denge

Ünal Güner | Ol An'ı okuyarak kendini ve hayatını iyileştir

Kibre Neden İhtiyacımız Var? Kendini Tanıma ve Denge

on Ağu 03 2025
Kibir kelimesi birçoğumuzun uzak durduğu, pek hoşlanmadığı ve belki de ben de yoktur, ben öyle değilim, diyerek köşe bucak kaçtığı kelimelerden ve hâllerden bir tanesidir. Bir bakalım, var mıymış? Ve eğer kibirle bir temasın varsa ya da kibirli hâllerini görebilirsen bundan özgürleşebilir misin?  Özgürleşebilmenin yolu var mıdır? ya da diğer bir deyişle, kibre neden ihtiyaç duyulur? Neden ihtiyaç duyduğunu görmeden herhangi bir durumdan özgürleşebilmek mümkün değil. Öncelikle, herhangi biriniz, herhangi bir hâl ve durumda kendini eksik, yetersiz hissediyorsa bu yetersizlik hissinin dengelenmesi için tahterevallide olduğu gibi, bir tarafta kibir varsa, diğer tarafta mutlaka aşağılık duygusunun olması gerekir. Ya da bir kişinin kendini eksik, aşağı, yetersiz gördüğü bir alan varsa onu dengelemek için mutlaka kibre ihtiyaç duyar. Öyleyse bu bir denge. Ve eğer herhangi bir konuda kendini aşağı, eksik, yetersiz görüyorsan sende mutlaka kibir var demektir. Bu bir.  İki: Dünya, hayat, maneviyat ya da ruhsallık; bunlardan herhangi birini eksik ya da aşağıda görüyorsan yine kibre ihtiyacın vardır. En azından çevrendeki kibirli insanlar üzerinden kendini izlersin. Her birimizin zaman zaman kendini eksik, yetersiz hissettiği alanlar olmuştur. Benim de geçmişte çeşitli alanlarda, “Bu alanda kendimi yeteri kadar güçlü hissetmiyorum, daha güçlü olayım, daha iyi olayım.” dediğim zamanlar, bir sürü hâller ve durumlar olmuştu ve o alanlarda kibirli tarafımı görememiştim. Oysa eksik ve yetersiz bir hâl varsa orada kendini aşağı ve eksik gören bir taraf vardır. Bu sebeple de başka bir tarafta kendini daha iyi, daha yüksek ya da kibirleneceğin hâl ve taraflara yönelmen gerekir. Bu bir mekanizma. Sadece şöyle bir durum var ki bunları görmediğinde, kibirle yaşadığında bir taraftan negatif enerjinin oyuncağı ve tutsağı olabiliyorsun. Ve birçok kişi bu sefer, sahip olduğu arabasıyla, kıyafetiyle, birikimleriyle, ailesiyle, yeteneğiyle ya da bir apoleti ve mevkisi ile kendini başka insanlardan yüksek veya daha farklı görebilir.  Öncelikle bu durumu kabul edeceğiz. Evet bazı insanların buna ihtiyacı vardır. Ama neden? Çünkü bu insanların aslında kendini eksik ve yetersiz gördüğü alanlar vardır. Mesela şunu diyebilir: “Evet, senin şunların var ama benim de param var. Senin paran var ama benim de aklım var, bilgim var, okulum var, mevkim var. Benim mevkim senin paranı döver.” Buna benzer, içeride bir sürü rekabet ya da farklı kibir unsurları vardır. Bu kişiyi negatif bir hâle alarak, yavaş yavaş aşağıya, negatif enerjilerle temasa götürür ki bu sefer, kişi başta kaybetme korkusu olmak üzere, endişe, kızgınlıklar, öfke, yani güç frekansının olumsuz kullanımıyla ilgili hayatında çeşitli zorluklar, zorlanmalar yaşamak durumunda kalır. Peki öyleyse nasıl fark edip, kibirden nasıl özgürleşebiliriz? Burada şöyle bir konuyu göreceğiz: Bir kere kendini neden yetersiz, neden eksik ya da neden aşağıda hissediyorsun? Ya da birilerini neden daha yukarıda, senden daha özel, daha iyi zannediyorsun? Şunu diyebilirsin: “Tamam da ben şu jimnastikçi gibi böyle bir salto, böyle bir takla atamıyorum. Şu adam gibi tramplenden tak diye havuza atlayamıyorum. Şunun kadar iyi yüzemiyorum, bunun kadar iyi konuşamıyorum. Evet bunlar her birimiz için geçerli. Hangimiz her şeyi yapabiliriz ki? Hangimiz hem müzik hem resim hem şiir hem ilim hem de maneviyatta iyi olabiliriz ki?  Evet, hepimiz her alanda zirvede olamayız ve her birimizin bir alan seçmesi gerekir. Peki sen kendi seçtiğin alana yeteri kadar emek veriyor musun? -Ki bu ayrı bir konu ve ayrı bir çalışmanın alanına girer.- Diğer taraftan şöyle bir şey var: Her birimiz aslında bu hayat içerisinde bir ve bütünün eşit bir parçası olarak buradayız. Her birimizde aynı özellikler var: iki gözümüz, iki kulağımız var. Yetenek olarak her birimizde belli birikimler var ve bunların birçoğunu da biz -bu da başka bir çalışmanın konusu- kendimiz seçiyoruz ve bunu da defalarca kanıtlıyoruz. Yani doğduğun aileyi, yeteneklerini ve bütün kader planını sen seçiyorsun. Diğer taraftan, sen kendini bütünden ayırdığın zaman, aşağıda ya da yukarıda görmeye çalışırsın. Ya da ruhunla maddeyi, bedenini ayrı gördükçe, bedenini ve ruhsallığı küçümsedikçe tüm bunların tam tersi olarak birini daha çok, daha kocaman zannettikçe ayırdıkça ayrılıyorsun. Oysa her şeyin içerisinde dualitenin bir tamamlama ve birlik olduğunu fark ettikçe, bu iki unsurun aslında birbirinin tam da tamamlayıcısı olduğunun idraki ile bir yola çıktığında kibir artık kendiliğinden rahatsız olup hayatından ve duygularından gitme yoluna girer. Diğer taraftan, “Birileri benden çok üstte, mevkisi şöyle; ben kendimi ezik, aşağı hissediyorum; ben neyim ki, kimim ki?” zanları ise seni başka alanlarda kibre götürür. Kibrin çeşitli unsurları benlik, bencillik ve kişinin kendini tanımamasıdır. Kendini bu eksiklikten dolayı ezmesi onun tekâmül olarak ilerleyememesine sebep olur. Oysaki her birimiz için eşit fırsat vardır. Sen şu anda neyi seçiyorsun, neyi seçmek istiyorsun? Müzisyen olabilirsin. Başka birimiz belki mühendis olabilir, bir başkası doktor olabilir. O, doktor oldu diye mühendisten daha ileri olacak değildir. Her birimiz hayatın bir parçasının tamamlayıcısıyızdır. Bedenin içerisinde hangi organın bir diğerinden daha eksiktir? Yani böbreklerin kalbinden daha mı eksik? “Ama o kalp!” Ya bağırsakların? “Bağırsakların içinde bu kadar pis şeyler, kokular var. Öyleyse bağırsaklarım benim gözlerimden daha aşağıdadır!” mı diyeceksin? Bir tanesinin fonksiyonu eksildiğinde ya da aksadığında neler oluyor? Ya da bir dişin ağrıdığında bile bütün bedenin ne kadar zonklayabiliyor ve bütün her şeyi bırakabiliyorsun. Her bir unsura ihtiyaç var ve bu dünyadaki, bu kâinattaki her bir unsurun da o bütünün bir tamamlayıcısı olarak bir görevi var. O görevin yapılmasına sadece şahit olduğunda ya da izin verdiğinde, bu iznin arkasında her şeyin bir ve eşit olduğunun güzelliğini görebilirsin. Diğer taraftan bir parmak izin var. Sen bununla tek, bir tane ve özelsin. Kainattaki diğer tüm canlılar gibi ya da şimdilik bütün insanlar gibi diyelim. Sen bu özelliğinle kendine hassın. Mesela ben Ünal’ım Ünal'ca yaparım. “Ama çok benzerleri var!” Hayır. Ben Ünal'ca konuşur, Ünal'ca aktarır ve kendi dilimle, kendi lisanımla anladığım aktarımı sizlere ya da kendime, hayata yansıtmaya çalışırım. Sen de öylesin, senden bir tane var. O bir taneliğinin özelliğini fark etmek, fark ettiğinde de bu dengeye gelmek durumundasın.  Ama bir taraftan “Evet, ben özelim. Bende olan başkalarında yok” zannı tabi ki bir kusur olarak seni aşağılara çeker. Bazen manevi bir hâl yaşar, o manevi hâli üstünlük zannedersin. Zamansız, zamanın olmadığı bir kâinatın içerisinde, her birimizin dönüşü Bir olanadır. Evet zaman içerisinde bir tekâmül vardır, aşağı ya da geri gibi görünmeler vardır. Bazen bir şeyi çabuk ya da yavaş öğrenenlerimiz de vardır. Ama her birimiz en sonunda birliğe ve beraberliğe doğru akmaktayız. Evet şu zaman içerisinde belki bazılarımız kendilerini cahilliğe doğru sevk edebilir. Bazıları bilgiye, ilme, farkındalığa, güzele ve iyiliğe yönelebilir. Bazıları olumsuz ya da şeytani şeylere akabilir. Öyle olsa dahi eninde sonunda her birimiz ayıklanacağız, temizleneceğiz. Belki bazıları sadece biraz zaman kaybedecekler. O zaman kaybı olsa da her birimiz bir şekilde bütünün parçaları olarak güzelde, doğruda, Bir’de buluşacağız. Öyleyse öncelikle varlığı, insanı, canlıyı, hatta tüm alemi o birliğin bir parçası olarak ve kendini de o noktanın içerisindeki küçücük bir zerre olarak gördükçe ve aslında o zerrenin de bu kâinatın içinde bir görevinin olduğunu hatırlayarak, kendi hayatın içerisinde yapman gerekeni hatırladığında, görevlerini hakkını vererek yapabildiğinde artık kibirden özgürleşmek durumunda kalırsın. Bazen de egoya ve kibre ihtiyaç duyar kişi. Hareket edebilmek için rekabet etmeye ihtiyaç duyar. Onlar aslında güçlerini fark etmeyen ve bu şekilde topraklanma ihtiyacında olanlardır. Öyleyse hayata sevgi ile topraklandığında, gerçekten yaptığın işi severek, aşkla, O’na, Bir’e ve her birimize hediye eder gibi yapıyorsan, onun hakkını veriyorsan güzellikleriyle de tatlarıyla da buluşursun. Aslında her birimize sunulan bu eşit sistemin içerisinde, bu güzelliğin içerisinde her birimiz ektiğimizi biçiyoruz. Mahsulün sana huzur vermesini istiyorsan özenle, güzellikle, tatlarla ve lezzetle; neyle buluşacağının farkındalığıyla ekersin. Öyleyse, özgürleşmeye, özgür olmaya birlikte devam edelim. Tabi bu konuyu özellikle Yolcu kitabında da derin bir şekilde anlattık, aktardık. Orada buluşanlar da İnşallah fayda görsün.  Sevgilerimle, hoşça kalın. Kaynak: https://www.unalguner.com/d/53635/kibre-neden-ihtiyacimiz-var-kendini-tanima-ve-denge
Kendinden Kendine Bir Seyahat: Merhaba Yolcu

Ünal Güner | Ol An'ı okuyarak kendini ve hayatını iyileştir

Kendinden Kendine Bir Seyahat: Merhaba Yolcu

on Ağu 03 2025
Kendinden kendine bir yolculuğa çıkmaya hazır mısın?  Evlerin, iş yerlerinin ve sarayların kapıları varken insanların kapısı olmadığı düşüncesi yanıltıcı olabilir. Aslında içeriden içeriye doğru açılan bir sürü kapılarımız var. Bunlar neler mi? Gelin birlikte keşfedelim. Öncelikle her birimizin yedi kapısı vardır ve bu kapıların da farklı unsurları vardır. Ağzımız, burnumuz, gözlerimiz, anüsümüz ve idrar yollarımız gibi birçok yerde kapılarımız var. Ancak bunların dışında hormonlarımız ve enerji kapılarımız da vardır. Bunlardan bir tanesi Toprak Kapısı'dır.  Toprak Kapısı'nda neler oluyor? Bu nasıl bir kapıdır?  Burası köklenme ve hayatla bağ kurmanın kapısıdır. Peki herkes hayatla bağ kurabiliyor veya köklenebiliyor mu?  Hayır. Kimisi savruluyor, kimisi de bu hayatı sevmiyor ve bir an evvel buradan kaçmak istiyor. Kendilerini herhangi bir şeye ait hissetmiyorlar. Öte yandan bazıları hayata gerçekten kökleniyor fakat bu kişilerin de bir kısmı aşırılıklarla, aşırı madde kullanımıyla, kaba kelimelerle, olumsuz duygularla veya bağımlılıklarla köklenebiliyor. Aslında bunlar da köklenmenin negatif unsurları yani Toprak Kapısı'nın olumsuz kullanımıdır. Ancak bir şekilde topraklanmış oluyorlar. Öte yandan hayata gerçekten severek, sevgi bağları ve sevgi köprüleri kurarak da köklenmek mümkündür. Diğer taraftan bir kapımız daha var ki, o bizim üretkenlik kapımız diyebileceğimiz Yaratım Kapısı'dır.  Hayat içerisinde neler üreteceğiz, neler yaratacağız ki bu yaratımlarımız bize fayda sağlasın? Çünkü bir taraftan korku ve endişe de bir yaratımdır. Kişi endişelerini bir yaratım olarak hayatına davet edebildiği gibi tam tersine hayata güvenerek, onu severek ve sevildiğini hatırlayarak bambaşka, yepyeni yaratımlar da gerçekleştirebilir. Bunun bir sonrasında öyle bir kapımız var ki, o da Güç Kapısı.  Her türlü enerji alanını güçlendirerek seni güç enerjisiyle buluşturarak iyiden iyiye yükselten bir kapı.  Buradan içeriye girerken hayatında birçok zorluklar yaşayanlar yok mu? Tabii ki var. Özellikle güç isteyenler, o alanı güçlendirebilmek için çeşitli zorluklarla karşılaştılar. Oysa bu kapıdan; gücün nereden geldiğini bilerek, gücün farkındalığıyla geçilebilir ki özellikle yolcu kitabında bunu detaylı ve yoğun bir şekilde anlattık. Gücü doğru kullandığında ya da bu kapının anahtarını doğru şekilde kullanabildiğinde güç sana akar, seninle birlikte olur. Fakat güce taparsan, gücün kendinin olduğunu zannedersen güç seni kullanmaya başlar. Ve fark edersin ki sen gücün esiri olmuşsun. Elbette bir de Sevgi Kapısı var.  Birbirimizi severek, sevgiyle birbirimize akarak sevgiyi içeri alırız. Tabii ki bu kapının sadece olumlu tarafları değil, olumsuz tarafları da var.  Katılıkla, gaddarlıkla, kendini sevmeyerek, belki de etrafındakilere hoş olmayan davranışlar yaparak, içeriden acımasızca davranışları besleyerek, aşağıdaki kapıların yeteri kadar hakkını vermediklerinde kişiler, bizim cennet kapısı dediğimiz sevgiden içeri giremiyor. Bu kapıdan sonra ifade etmenin, talep etmenin, dillendirmenin ve dileklerin kapısı var. Sen ifade ettikçe, ifadenin anahtarını doğru kullandıkça yaratımların çok güzel, bambaşka olabiliyor. Bir sonraki kapı Dönüşüm Kapısı'dır.  Kendini bir noktaya kadar getirdin ve şimdi Dönüşüm Kapısı'nı açan bir anahtarın var. O anahtarı doğru şekilde kullandığında, o ana dek getirdiğin her şeyi yenileyebilme ve dönüştürebilme hakkın var. İstediğin gibi dönüşebilir veya yenilenebilirsin, peki nasıl yapacaksın?  Bu noktada, duygularını, düşüncelerini ve duygularla birlikte aklî ve kalbî sistemlerini fark ederek, doğru şekilde okuyup doğru yerlere koymak durumundasın. Ayrıca ilişkilerini, ilişkilerindeki yansımalarını ve kendini görmek durumundasın. Artık hayat aynasında okuma, fark etme ve idrakine varmak var. Ve idrak kapılarının her basamağında kendini okumak var. Kendini okumayan insan hayatı okuyamaz, hayatı okuyamamak da bu hayatı ona vereni, görüp okuyamamasına sebep olur. Bundan sonraki kapı, yeryüzünden gökyüzüne açılan Gök Kapısı'dır.  Bu gökyüzü kapısı, kâinat internetine bağlanabilme, kâinatın sırlarını, bilgilerini bilen değil, bildirilen olabilmenin anahtarını sunabilir. Tabii ki, her birimiz bunu bambaşka yolculuklarla, bambaşka tatlarla her an içeride yapabilme gücüne sahibiz. Öte yandan, şöyle bir şey var ki, eğer sen bu dönüşümün anahtarını doğru şekilde 'klik' diye açabiliyorsan  -www.unalguner.com yazıp enter tuşuyla istediğin bağlantıyı açtığın gibi- bu kapı da senin gökyüzü kapının bir nevi giriş tuşu. Çünkü gökyüzü kapın sana, aşağıdan getirdiklerinle yukarıyı sunar. Eğer sen bu kapıların nerede, nasıl bulunduğunu, nasıl açılıp nasıl kapanacağını veya birinin hakkını vermediğinde tekrardan aşağı döneceğini biliyorsan; her birinde neler yapacağını, elementini, enerjisini, frekanslarını bilip, kendinde bunları görerek tanırsan, kendi kitabını ve yolculuğunun kitabını da kendine bildirmiş olacaksın. Aslında Yolcu kitabı da kahramanın kendine yolculuğunu sana anlatıyor olacak. Sen önce bu yedi kapının hakkını verebildiğinde yeni bir yol açılıyor senin için: 13 Kapı.  13. kapının da hakkı var. Onun da hakkını farkındalık ve idrak ile verebiliyorsan, bu sefer onun üzerinde 19 var diyeceğiz.  O 19'un, 19 katın kendindeki, hayattaki, kainattaki ve evrendeki sırları bilgisi ile bilgeliğe ulaşacaksın. Haydi gel, yola çıkalım, yolcu.  Sevgilerimle. Kaynak: https://www.unalguner.com/d/53535/kendinden-kendine-bir-seyahat-merhaba-yolcu
Kaderin Yolunu Seçebilmek Mümkün Mü? Neredesin ve Nereye Gidiyorsun?

Ünal Güner | Ol An'ı okuyarak kendini ve hayatını iyileştir

Kaderin Yolunu Seçebilmek Mümkün Mü? Neredesin ve Nereye Gidiyorsun?

on Ağu 03 2025
Hayatta kendini bazen koşturmacaların, bazen bir yerlere yetişmenin ya da aceleci olduğun hâllerin içerisinde hissediyor musun? Şimdi buna biraz yakından bakalım.  Acaba gerçekten koşup da yetişeceğin bir yer var mı? Yoksa zaten yetişeceğin mi yerdesin?  Her birimiz zaman denilen şeyi keşfetme yolundayız. O kadar derin bir enerjisi, o kadar büyük bir gücü olan bir kavram ki zaman. Zamanı anlamak için mekanı, mekanı kavramak için ise zamanı hissetmemiz ve bilmemiz gerekiyor çünkü bir mekan olduğu anda, zaman enerjisi oluşuyor ve zamanın enerjisinin oraya akmaya başladığı anda da mekanla ân içinde buluşuluyor. Biraz karışık gibi görünse de değil. Bir artı düşünün; yatay olan çizgi mekan, ve dikey olansa zaman. Ve biz şöyle zannediyoruz: Biz gelecekte bir şeyleri yapacağız, planlayacağız, programlayacağız ve onları gerçekleştireceğiz. Evet, lineer zaman içerisinde böyle bir algı oluşuyor fakat kâinatın gerçek zamanı içerisinde sadece zamanın tek ve öncelikli birimi olan ân var. Yani her şey aslında bir ân içerisinde oluşuyor. Örneğin Allah için bir ân dediğimiz; geçmişin, geleceğin ve olmuş olan her şeyin bir anda olduğu ve bittiği bir oluş hâli. Hem olup bittiği hem de oluş nasıl olur değil mi? Bizim için oluş ama o, ân içinde bakan için oldu bitti. Şimdi burada yine bizim kendi lineer zamanımız içerisinde biz, sanki bir sonraki zaman için bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Yani sanki, şunu yapayım, ondan sonra bunu bulayım; bunu yapayım, bundan sonra şununla buluşalım, gibi bir kavramamız var. Oysaki bu bir illüzyon ve sanal bir geçiştirme, oyalanma. Zihnimiz bunu bu şekilde kabul ediyor fakat bazı algılarımızı açtığımızda başka bir hâlin içerisine giriyoruz. Diyelim ki bir iş yapıyoruz şu anda. Bir çiçeği suluyoruz, onu seviyoruz, onunla birlikteyiz... Ve diyoruz ki biraz sonra eve misafirim gelecek ve onunla da ilgileneceğim. Şimdi o çiçekle ilgilenirken, biraz sonraki misafire gittiğin anda çiçekle değilsin; biraz sonradasın. Misafir geldiğinde ona şunu yapayım, çay yapayım, kurabiye yapayım, şunu ikram edeyim, derken de şimdide değilsin. “Düşünmeyeyim mi yani? Bak birazdan gelecek.” İşte seni oradan bir şey aldı ve sen bir sonraki âna doğum yaptın. Halbuki o biraz sonraki düşündüğün şey henüz gelmedi. Ve senin orada buluşacağın şey çiçeğin, ağacın, meyven, yediğin, buluştuğun şey neyse o. Fakat çoğunlukla bize öğretilenden ötürü ya da zihnimizin o lineer akış sisteminden dolayı biraz sonraya geçiş hâli var ve o biraz sonranın planı ve programı içinde olurken de burada olmamak var. Şimdi burada yine 2 tane kavramımız var. Evet, biz geleceği de planlayıp programlayabiliriz. Fakat o da yine bu ân içerisinde olması gereken bir hâl olacak. Zamanın içerisinde geçmiş ve gelecekten özgürleştiğimiz anda açılan şimdi kapısı, şimdiye ya da buraya geldiğimiz ânda bir teklif yapıyor: “Buraya gelir misin, burada olur musun?” Burada olacağımız ânın içerisinde de içeriye doğru, içeriden içeriye doğru bir kapı açılıyor, o kapının içerisinde de seni, hoş geldin, diye karşılayan bir ân ve o ânın içerisinde bir buluşma var; o çiçekle; beslediğin, büyütmeye, sevmeye çalıştığın ya da onunla ne olmaya çalıştığına dair bir hâl var, o giriş kapısıdır. O giriş kapısından içeri girdiğin ândan itibaren bir sürü kapı daha var. Oysa dışarıya çıktığında bir tane, lineer ve sıradan bir şey vardır. Yani çoğunluğun yaşadığı, bildiği ve biraz sonrasında bir hâle, bir duruma yetişme çabasında olduğu bir telaş hâli, yani aslında kendinde olmama hâli var ve bu bizim uyku hâlimizdir. Uyku hâlinden -adı üzerinde- uy’anma hâline geçiş yeri ise işte buraya gelip buradayken içeriye kabul hâlimizdir. Ama sen dışarıda olanı kabul etmeden içeriye kabul edilemiyorsun ve eğer sen dışarıda olacakların, planın, programının endişesine girerek, geçmişte şöyle şöyle olmuştu, deyip yine aynı şeyler tekrarlanır diye bir korkuya girer ya da, geçmişi ben böyle biliyorum zaten bu şekilde olacak, diye bir yaratım yaparsan zaten geçmişinin tekrarları ve tekrar döngüleri ile buluşacağının sistemini, kaderini yaratmış olursun. Öyleyse eğer bir insan zamanın içerisinde yaşıyorsa, kendini bir şeylere yetişme ihtiyacında hissediyorsa yetişeceği şey onun bildiği, inandığı ve zaten geçmişte olan şeydir. Oysaki yetişeceğinin tam da burada ‘buluşacağı ve buluştuğu’ olduğunu gören için ise yeni bir kader başlar. Çünkü kader ya seni mahkûm eder, bildiğin şekliyle yaşatır ve bildiklerini yaratır, o kadere mahkûm olursun ya da o bildiklerinin içerisinde zaman skalasından kendini özgürleştirir, yeniye doğum yapar ve yeninin içerisinde yeniliklerle buluşmak üzere tam da burada, kendinle buluşabilmek üzere kapıyı içeriden içeriye açar; kendinle, özünle, özüne doğru ilerleyecek olan içsel miracınla buluşursun. İşte tüm bunlar aslında belki de bizim için salisenin milyarda biri bir zamanda olan işler. Oysaki zamandan baktığımızda zaman oldukça bonkör. Fakat tüm o zamanlar içerisinde bir ân teklif ediliyor, fark edip de hazır olduğunda uyanabilmen için seni içeri alacak olan sadece o an, o bir lahza. Ve sen eğer gelecekle ilgili, “Ben şuna yetişeyim, ben bunu yapayım.” gibi şeyler dersen, ki elbette tasarımlar yapacağız, ân içerisinde kuracağın hayallerin içerisine girip yaratımlar yaptığında onları da ân içinde var edebilme gücün olduğu gibi kendi gücün, kendi hızın nispetinde zamana yayabilme yeteneğin de var. Her birimiz yaratımlarımızı kendi şuur ve idrak hızımız ölçüsünde imajine ederek; yani ruhumuza maketlendirerek, muhayyilemiz içerisinde, hayal gücümüz eşliğinde aynı zamanda yaratabilme; hayatımıza var edebilme ya da bildiğimiz bir hâlin hayalini tekrar tekrar yaşama yeteneğine ve özelliğine sahibiz. Öyleyse bu muhteşem hediyeyi yani Yaradanın bize sunduğu veliahdı olma, bir yerde temsilcisi, bir yerde yeryüzündeki halifesi olabilme yeteneğini, gücünü doğru bir şekilde -eski inanç kalıplarını bırakarak- alabilme ile ilgili eğer bir adım atıyorsak bu adımı atabilme ya da eskiyi bırakabilme gücünde, özelliğinde, yeteneğinde olanlar; bunu fark edenler için o bıraktıklarının yerine o yeni verilecek. Yeni ile buluşansa yeniliklerle ilerleyecek. İlerleyen olalım, hepimiz yetişeceğimizin tam da bu an olma hâli, sakinliği, sükuneti, rahatlığı ve güveni içerisinde burada, kendimizle ol-an ile buluşalım, buluştuğumuz Yaradan olsun. Sevgilerimle, hoşça kalın. Kaynak: https://www.unalguner.com/d/53426/kaderin-yolunu-secebilmek-mumkun-mu-neredesin-ve-nereye-gidiyorsun
Duygusal Zeka ve Kıskançlık: Niye Kıskançsın?

Ünal Güner | Ol An'ı okuyarak kendini ve hayatını iyileştir

Duygusal Zeka ve Kıskançlık: Niye Kıskançsın?

on Ağu 03 2025
Her duygumuzun aslında bize hizmet eden ve yine bize hizmet ederken biraz canımızı acıtan, tat vermeyen durumları olabilir. Çünkü biliyorsunuz ki pozitifin ve negatifin iki ucu vardır. İşte burada kıskançlığın hem faydalı taraflarını, hem de doğru yerde kullanılmadığında fayda vermeyen taraflarını gelin birlikte inceleyelim, görelim. Biz bunlardan nasıl faydalanır, nasıl istifade ederiz? Önce en basit şekliyle, bir ilişki içerisindeki kıskançlığa bakalım. Yani, bir kadın bir erkeği ya da bir erkek bir kadını niye kıskanır? Veya buna neden ihtiyaç duyar? Aslında buradaki kıskançlığı yani duygu barkodunu, bizim bir işimize yaraması için, ondan bir fayda almamız için öncesinde oraya koymuşuzdur. Fakat eğer bunu doğru yerde kullanmamışsak, bu duyguyu yöneteceğimiz yerde, onun tarafından yönetilen bir hale gelebiliriz ki; o zaman fayda vermeyebilir. Buradaki duygu -daha doğrusu kıskançlık hali- aslında kişilerin o ilişkiye köklenebilmesi, ilişkinin iyileşebilmesi ve oradaki enerjilerin topraklanabilmesi için mevcuttur. Fakat bu, o anda bir tutkuyla, harislik enerjisiyle ya da sahip çıkmanın ötesinde, sahiplenme ve “benim” duygusuyla kişinin nötrleyemediği, yontamadığı taraflarından dolayı bir aşırılığa giderse; işte o andan itibaren bu kıskançlık duygusu, fayda vermenin, yani kişiyi o ilişkiye topraklamanın ve o ilişkiyi aslında güçlendirici bir harç yapmanın ötesinde başka bir hale geçer. Yine aynı şekilde, diyelim ki; iş yeriniz ya da okulunuzda sizden daha çalışkan, daha başarılı, daha iyi işler yapan bir kişiye karşı bir kıskançlığınız var. Bu sefer siz, kendinizi daha çok çalışmak, daha çok başarmak ya da kardeşinizin, ablanızın, abinizin, kuzeninizin başarılarının ötesine geçmek adına daha fazla aktif olup, daha çok şeyler yapmak ve de başarmak durumunda bırakabilirsiniz. İşte buradaki kıskançlık, diğer bir anlamda bir “özenme” duygusuyla sizi aslında harekete geçirmiş, bir ateşleyici unsur olmuştur. Fakat eğer bu ateşleyici kıskançlık yetersizliğe, “ben layık değilim, ben yapamam” gibi bir komplekse çevrilirse; bu sefer kişiyi aşağılara, diplere götürebilir ki bu kez bu kıskançlık programınız, bu barkodunuz, size aslında fayda vermesi için koyduğunuz alandan zarara geçebilir. Öyleyse aslında herhangi bir duygu halimizin iyi ya da kötü olması değil; onu hangi durumda, nerede ve nasıl kullanacağımızın bilgisi çok önemlidir. Yani “kaçılacak” bir kıskançlık değil, “özene çevrilecek” bir kıskançlık enerjisi bizim için fayda getirecektir. Harisliğe kaçan, “Sen misin öyle yapan?! Ben de şöyle yaparım!” vs. diye aşırılığa giden bir duygu halinden sakınmak ve bunun yerine ise “Bak ne kadar güzel yapıyor, ben de yapabilirim. Kuzenim şöyle bir şey başarmış, ben de başarabilirim.” demek önemlidir. Ya da mesela bir anne-baba-çocuk ilişkisinin içerisinde ya da bir karı-koca arasındaki hallerde ve durumlarda da yine aynı şekildedir. Evet, bir koruma alanı yapabilmek çok önemlidir. Bununla birlikte, bu koruma alanı içerisinde kıskançlık gibi görünen minicik bir alanı dahi faydaya kullanabilmek de önemlidir. Fakat kişi, sahip çıkmayı sahiplenme zannederek, “Bu benim ve sadece bana ait.” diyerek nefsinin terbiyesini yapmadan, o ilişkinin içerisinde tamamen bencilliği ile aktığında, bu durum zarara neden olabilir. Hani derler ya; “Aşkı uğruna bunları yaptı. Çok sevdiği için kıskançlığından şunları yaptı.” Hayır. Bunlar sevgi ile değil, kişinin benmerkezciliği ile sadece kendi çıkarını, kendi menfaatini, kendi hırs ve egosunu görerek hayata bakması durumu ile mevcuttur ki; tabii ki bu hırs ile keskin sirke önce küpüne zarar verir. Ondan sonra da tabii ki etrafındakilere bu keskinliği dağıtabilir. Öyleyse duygu izlerimizin, barkodlarımızın bize faydalı hallerinin dizginlerini elimizde tutarak; onları kendi faydamıza, kendi hayrımıza yönetebilmek üzere, düşünce frekanslarımızın içine bu bilgiyi koyuyoruz. Ve hayatımızın içerisinde kıskançlık dalgaları bize dönüş yaptığı anda da, bu bilgi ile bunu yönetebilecek bir halin şu anda siparişlerini ekiyoruz. Şimdilik özenerek, daha iyi yapabilmek üzere ilerleyelim. Fakat bugünümüzü de kucaklayarak; bizi bugüne getiren sebepler için de şükrederek, teşekkür ederek, kabulde olarak geleceğe adım atalım. Ama önce burada olmanın, burada şu anı kucaklamanın bilgisi ile… Hoşça kalın, sevgilerimle. Ünal Güner Kaynak: https://www.unalguner.com/d/52933/duygusal-zeka-ve-kiskanclik-niye-kiskancsin
Doğal Afetler Karşısında Ruhsal Farkındalık: Doğa Konuşunca İnsan Susar

Ünal Güner | Ol An'ı okuyarak kendini ve hayatını iyileştir

Doğal Afetler Karşısında Ruhsal Farkındalık: Doğa Konuşunca İnsan Susar

on Ağu 03 2025
Sevgili dostlar her birimize geçmiş olsun. Acılarınızı paylaşıyor ve hafiflemesi için dua ediyoruz. 2023 yılı eski birçok frekansın temizleneceği, yenileneceği bir yıl. Hepimize Allah kolaylık versin; güzellikle, doğruya, güzele ulaşmamız sağlansın. Şu anda kimi hanede acı, kiminde yas, kiminde üzüntüler, kiminde de kederler var. Öncelikle her olayın bize bir mesajı ve anlattıkları olduğunu hatırlayalım. O’nun izni olmadan bu alemde bir yaprağın dahi kımıldamayacağını bilelim. İnsan aciz olduğunda ilk anda bu bilgiyi kaldıramasa da bilelim ki; olan her birimize fayda ve şifa içindir. Vakit geldiyse ne yaparsan yap, kaçış yoktur. Vaktin gelmediyse de; günlerce o enkazın altında kalsan da, seni kimse bu dünyadan alamaz, kimse öldüremez. Öncelikle güven. O’na güven. Anlaşmana, sözleşmene güven. Ve senin rızanla olacak olana güven. Olan, senin kalbinin rızasıyla olacaktır. Bunun aslında Allah'ın rızası olduğuna güven. Elbette birbirimize dua edeceğiz. Bugünler özel, önemli. Her birimizin birbirine karşı sorumluluğu, dua ve güzel enerjilerini paylaşmaya mecburiyeti var. Diğer taraftan her biriniz kendi içinizde bazen sosyal medya paylaşımları yapıyorsunuz. Bazılarınız belki de bazı olayları tekrar tekrar seyrediyorsunuz. Olumsuz imajinasyon yapmaktan kaçının. Yargıdan uzak durarak tespitler yapın. Çünkü bu deprem zamanları, özellikle yerin enerjisinin gökyüzüne çıktığı zaman ve dönemleri barındırır. Fay hatlarından gelen birçok frekans, yaratım enerjilerinizi çok fazla yükseltir. Öncelikle arkadaşlar her birimizin kaderine, seçimine saygı duyacağız. Bilin ki herhangi bir hal ve durum; onaylamadan, çağırmadan hayatınıza gelmiyor. Gaziantep’te 4 Şubat 2023 tarihinde yaptığımız yayında; ‘‘Siz bir alanda aşırıya gittiğinizde bir tamamlama enerjisi gelir. Herhangi bir alanda hareketsizlik, yavaşlık, hareket ettirici herhangi bir frekans ve enerji, orada hareketi çağırır.’’ dedik. Ve 5 Şubat 2023’te Adana'daki çalışmamızın adı neydi? "Kendinle Kendine Gel " Kendimize gelmek… Bunları herhangi bir şekilde bir ceza, bir zulüm gibi değil, bir mesaj gibi okuyalım. Nerede durgun, nerede hareketsizdin? Nerede yavaşlattın kendini? Nerede unuttun, nerede kalbinle, Yaradan’la teması erteledin, nerede kendini erteledin? Şimdi gel bir daha bak. Şu anda yerin enerjileri gökle birleşmek istiyor. Ve sen de kendi kalbinle, kendi ruhunla birleşebilmek için şu anda bu olumsuz gibi olan hal ve durumu faydaya, olumluya çevir. Her şerde madem ki bir hayır var; bu şer gibi görünen olayın içinde de hayrı gör. Hayrı bil. Depremde zarar görenler, hala haber alınamayanlar da var… Kimisi dakikalar önce uyandırıldı, kimisi hissetti, kimisi fark etti, kimisi kalbinde imanla kucaklandı, sarılıp sarmalandı… Endişe ve korkudan uzak bir şekilde tedbiri elde tutacağız; tedbir önemli. Bilin ki; bizler ne kadar “O” güce, Rahman ve Rahim olanın himayesine sığınırsak o kadar korunuruz, o kadar himayede oluruz. Korkunun ecele faydası yok. Çünkü ecel dediğiniz şey, Yaradan ile yaptığınız bir anlaşma… Ve bu anlaşma sizin sözünüzle ve sizin ihtiyaçlarınıza göre yapıldı. Nerede iman sahipleri? Nerede güvenenler? Gerçekten tam bir imanla göğsümüz hazır; bugün çağırılsa, ölüme gideriz. Varsa vaktimiz, ağaç dikeriz; varsa vaktimiz, sevgiyle birbirimize dua ederiz. Bu dünya geçici bir yer ve defalarca hatırlatılıyor. Bu dünyanın geçiciliğini bilerek, diğer taraftan da bu dünyanın kıymetini yine hatırlayarak, bu dünyayı, bu hayatı, bu bedeni, bu canı korumak durumundayız. Korumayı sahibine emanet ederek, gücün sahibine, gücün sahibinin himayesine emanet ederek burada olalım. Her birimizin şu anda vazifeleri var: Öncelikle canımızın kıymetini bilmek ve sonra kalbimizle bağlantıya geçerek birbirimize güzel dualar etmek. Birbirini telaşa, galeyana getiren dostlar! Uzak durun! Çünkü bunlar size döner. Herhangi bir kişiye vereceğiniz olumsuz bir frekans, bir korku, bir endişe, bir panik, sizlerin hayatına da bumerang gibi gelir. Bundan sakının! Sevgiyle, şefkatle birbirimize güzel dua ve dilekler yollayalım. Vefat edenlere Allah’tan rahmet dileyelim. Kalanlara, bu hayat içerisinde kaldıkları süre içerisinde akıl ve şuurla, kalpleriyle bağlantıya geçebilmelerini dileyelim. Bu dünya kıymetli, bu can kıymetli, hepimiz kıymetliyiz. Evet değer vereceğiz. Ancak bu dünyaya niye geldik? Bu dünyaya gelmendeki amacın ne? Sadece yaşamak mı? Sadece dünyada kalmak mı? Sadece yemek içmek ya da bir şeyleri tatmak mı? Bu dünyanın bilgisini de almak durumundayız. Bu dünyada sunulanları, bizim için geliştirici hal ve durumları da yaşamak durumundayız. Acısı olanlar var. Onların acılarını paylaşabilirsiniz. Her bir kişi kendi tekamülü, kendi kabı kadar bu konuyu anlayacak. Kimisi kendi bedenini ya da aklını, şuurunu dahi kaybedebilir. Saygı duyacağız. Kimin neye ihtiyacı olduğunu bilemezsiniz. Bu anda ve zamanda, en kıymetli şey; şahitliğe geçebilmektir. Şahit olabilmek için bildiklerinde, geçmişte şehit olmayı kabul etmek lazım. Eğer sen bu şehitliği kabul ediyorsan, geçmişte ölebiliyorsan, o zaman burada, şimdide şahit olursun. Şahitlikte yargı yoktur. Acımak yoktur. Onun için acımaktan uzak dur. Oysa ki tespitlerde sevgi, şefkat ve kucaklamayla sarıp sarmalamak vardır. Birbirimizi bugün de sarıp sarmalayalım. Sevdiğimizi hissettirelim. “Yanındayız” diyelim. Birbirimizin yanındayız, varız desteğiz ama her birinizin Allah’ı var! Oraya sığının… Dışarıda arayacaklarınla değil; gönlünde, kalbinde hissettiğinle, hissettirilene bak. Bırak, sıksın bıraksın! Kimin vakti geldiyse gidecek. Sen de vakti geldiğinde gideceksin. Doğa konuştu, hepimiz sustuk. Susacağız! Acısı olanlara saygıyla eğileceğiz, selamlayacağız. Belki bu hatırlatılan yeni dönemde, bir daha “kendimize gelmeye” ihtiyacımız var. Bir daha aklımızı başımıza almaya ihtiyacımız var. Ne oluyor, neler oluyor, neden oluyor? Ve bu dünyanın, bu memleketin, bu milletin belki de hakkını ve kıymetini bilerek; yeniden, yepyeni bir duruş ile, onurlu bir duruş ile birbirimize sahip çıkarak burada olacağız. Hepinizi sevgiyle kucaklıyorum, selamlar ediyorum. Her birinize kucak dolusu sevgiler dostlarım. Hoşça kalın. ÜNAL GÜNER Kaynak: https://www.unalguner.com/d/52162/dogal-afetler-karsisinda-ruhsal-farkindalik-doga-konusunca-insan-susar
Doğabilmek İçin Ölmek: Hayat Geçişlerle, Doğum ve Ölümlerle Doludur

Ünal Güner | Ol An'ı okuyarak kendini ve hayatını iyileştir

Doğabilmek İçin Ölmek: Hayat Geçişlerle, Doğum ve Ölümlerle Doludur

on Ağu 03 2025
Doğuma sevinir ölüme üzülür insan. Oysa ki doğabilmek için ölmek, bir hali bırakmak gerektiğini hatırlamak önemlidir. Eğer doğum gerekiyorsa, yeni bir hâle geçiş gerekiyorsa başka bir halin bırakılışı, yani ölümü çağırılır. İlkbahar bir doğumdur. Yeşilliklerin, doğanın, hayatın,toprağın içinden yepyeni bir can ile fışkırmasıdır. Fakatbu ilkbaharın gelebilmesi için yazın, sonbaharın ve kışın,ölümünün gelmesi icap eder. O bütün yeşilliklerin üstü bembeyaz kar ile, ölüm ile örtülür ve o örtünün içerisinden yepyeni bir hayat fışkırır her yıl. Ailenizde bazen anneleriniz, babalarınız,anneanneleriniz, dedeleriniz, çok daha büyükleriniz vakti geldiğinde ölümü tadarlar. Bu sefer torunlar, çocuklar daha yeni nesiller dünyaya gelir. Ölümü karşıladığımız ve kucakladığımız gibi, doğumu; doğumu kucakladığımız gibi kışı, ölümü kucaklayabilecek halde olabilenler için,aslında hayat anbean yeni bir doğumdur, yeni bir başlangıçtır. Fakat yeni başlangıç için her zaman biraz önceki hal ile vedalaşabilmek, helalleşebilmek,gerçekten kucakladığın için bırakabilmek önemlidir. Özellikle bu dünyadan ayrılış deneyimleri yaşayan birçok kişinin, o ölüm deneyimleri sırasında bir beyaz ışık tarafından daveti söz konusudur. Onun için beyaz elementi ya da beyaz ışık ölümü çağrıştırır birçok kişiye.  Bir taraftan hepimiz, tüm hayat, tüm can ışığa yönelirken, ışığa doğru çekilirken; o tünelin ucundaki ışığın, ölümü sembolize etmesi çok ilginçtir. Çünkü anne rahminde kalınan uzun bir süreden sonra -bir bebek için 9 ay uzun bir süredir- o tünellerin içerisinden, rahimden doğum; karanlıktan ışığa çıkışın imajıdır. Ve bu imajinasyonu orada hisseden çocuğun, aslında her türlü hal içerisinde yani anne karnındaki halin içerisinde ölüp,yeryüzü ve dünyaya doğarken gördüğü ışıktan dolayı;ışık, tüm ölüm deneyimlerini yansıtır. Bir taraftan da o ışığa geçiş birçok kişiyi korkutur, ürkütür. Hatta öldükten sonra toprağın altına gidileceği hissiyle, bilgisiyle toprağın altındaki diğer tüm canlılardan da biraz ürkülür.Onların her bir tanesi biraz daha soğuk hissedilir. Ve mesela böceklere, yılanlara, akreplere, kertenkelelere,toprağın altında yaşayan tüm canlılara birçok kişi birazmesafeli durur. Çünkü onların her bir tanesi zaman içerisinde ölümle bağdaştırıldı; toprağın altına girmekte bağdaştırıldı. Ve bir taraftan da ölüm korkusu bazı kişilere gerekli kılındı; ölümden korkarak yaşamaya,hayatla bağ kurmaya ihtiyacı olanlar için. Fakat her seferinde dünyaya o yeni gelen çocuklar, yeni oluşlar her birimizi heyecanlandırdı, sevindirdi. Hayat neşesini hatırlattı. Bir çocuğun bazen gülüşü sesi ya da kahkahalarla ortalığı çınlatması her birimizin kalbini coşturdu. Hayat ne kadar güzel dedik. Evet, hayat çok güzel. Hayat geçişlerle, doğum ve ölümlerle dolu. Onun için her birimiz hatırlayacağız ki eğer yeni bir başlangıç istiyorsak, yeni bir sürece geçmek istiyorsak; geçmişin ölmesi, geçmişi bırakabilmemiz ve geçmişin içerisinde,onun içindeki küllerin içinden tekrar doğabilmeye izin vermemiz gerekir.  Peki geçmişi bırakmak, geçmişe minnet duymamak mıdır? Geçmişi kötülemek midir? Geçmişten şikayet etmek midir? Ölünün arkasından konuşmak mıdır? Değil. Görevini ve vazifesini yaptığı için ölene şükürle, o hâl ve duruma teşekkürle, ondan alacaklarımızı alarak;geçmişin küllerini bir yer, bir zemin ve bir taban yapıp, onun üzerine yepyeni binaları, yepyeni hal ve enerjileri,yeni hayatı ve hayatları tekrardan inşa edebilmektir. Çünkü dünyanız da yaşamınız da er geç bitecek, her canlı ölümü tadacak ve her birimiz de ölümü tadacağızdır. Öyleyse, ölüme hazırlanabilmek, ölmeyi öğrenebilmek, her birimiz için çok önemli bir görevdir. Burada bırakmayı ne kadar öğrenebiliyorsak, bırakışları ne kadar kolay ve güzel kucaklayabiliyorsak, o kadar güzel bir doğum ve yenilikler de bizi kucaklayacaktır. “Öte alem” dediğimiz daha ince tarafta ölürken, dünyaya bebek olarak doğarız. O tarafta üzerimize atılan her kürek toprak ile tepelerimiz, tepe çakralarımız kapatılır. Ve bu dünyaya uyum için doğar ve doğduğumuz yere adapte olmaya çalışırız. Aynı şekilde buradan o ince aleme doğarken ya da burada ölürken de bu sefer burada üzerinize toprak atılır, öldüğünüz size hatırlatılır. Ölümle barışabilmek için ölümün hali sembollerle gösterilir. Kimi zaman ölenin kefeni üzerine öldüğünü hatırlasın diye bir bıçak konur. Kimi zaman dualar, talkınlar verilir, kimi zaman hatırlatmalar ya da özel geceler, anma halleri ve durumları tertip edilir. Ölüm esnasındaki kişiler bazen bedenlerinden çıkışı, bazen imajinatif olarak yaşadığı hali ve durumu görürler. Bazı kişiler doğumunu hatırlar,bazı kişiler ölümünü hatırlar. Geçmiş ve gelecek arasındaki bu hal içerisinde aslında sadece “an” vardır ki o anın içerisinde an ve an doğum ve ölüm tekrar eder.Bir saniye önce, o saniye ölür ve yeni bir saniye başlar. Her gün yeni bir güneş batar, ölür; ve sabah yeni bir gün, güneş doğar. Aslında hayatımız içerisinde doğum ve ölüm bu kadar iç içeyken, doğum ve ölüm bu kadar barışıkken; sadece hayatı sevebilmek için oraya konulmuş olan yaşam döngüsünün kaynağı olan bu halden, farkındalık ve şuurkazanıp özgürleşmek mümkündür. Bu alanları da, yine buradaki ikilik, zıtlık ve dualiteleri de yine sadece bir gözle görebilmek, bu farkındalığı hissedebilmek mümkündür. Ölümle barışan için korku biter. Ölümle barışan için her yeni bir an, doğumdur. Ve cesaret ile hayat anbeanyeniden başlar çünkü ölümle barışan için sonsuz bir yaşam vardır. Kıyafetler, elbiseler bırakılabilir fakat sen bakisindir. Öyleyse faninin peşinden değil, bakinin peşinden,ölümsüz ve sonsuz olanın peşinden giderken, faninin de hakkını vermeyi seçersin. Tabii ki bu hayatı, bu hayatın içindeki tüm hediyeleri kucaklar ama bunların her birinin,canının bir gün teslim edileceğini hatırlarsın. Bu, sende müthiş bir güven uyandırır; ve bu güvenle, yani bir taraftan sana verilen hayat hediyesini ve bir taraftan da hep var olacağının bilgisi ile doğum ve ölümlerinin her birisini bir sepete koyar ve hepsini sevdiğin meyveler olarak afiyetle yersin. Ve seni bu hayat içerisinde korkutacak olan diğer bütün eylemleri sadece uzaktan seyredersin. Bilirsin ki sen hep varsın ve bu varoluşun,doğum ve ölümle mümkündür. Öyleyse gelin bu zıt gibi görülen, birbirinin kaynağı ve sebebi olan bu iki tarafı, iki gibi görünen tarafı; doğumu ve ölümü kucaklayarak,hayatımızı coşkuyla anbean yeni doğumlarla ve bırakışlarla kutlu bir şekilde, neşeli bir şekilde, coşkulu bir şekilde yaşayalım. Hakkını verelim. Sevgilerimle. Hoşça kalın. Ünal Güner Kaynak: https://www.unalguner.com/d/51481/dogabilmek-icin-olmek-hayat-gecislerle-dogum-ve-olumlerle-doludur
Annesinin Oğlu Olmak: Aile Dinamikleri ve Ruhsal İyileşme Yolları

Ünal Güner | Ol An'ı okuyarak kendini ve hayatını iyileştir

Annesinin Oğlu Olmak: Aile Dinamikleri ve Ruhsal İyileşme Yolları

on Ağu 02 2025
Annesinin oğlu olmak diye bir deyim var, değil mi?  Evet bazı erkekler daha çok anneci olarak, annelerinin yanında yer alarak annelerinin oğlu olarak bir hayat sürerler. Aslında burada kontrolcü ve eril bir annenin oğlundan bahsediyoruz. Yani evdeki otoritenin kadın olduğu ve kadının da bir taraftan oğlunu kendi kontrolüyle kendine bağlayarak, kendini eril taraf olarak seçerek oğlunu yönlendirdiği bir durumdan bahsediyoruz. Özellikle, birçok kadının evlendiklerinde “aşırı anneci” diye şikayet ettikleri eşlerinden, erkek grubundan bahsediyoruz. Bir erkeğin annesini sevmesi, annesine saygı duyması çok normal ve çok doğru bir davranıştır. Fakat bugün, bu durumda olanların kendini iyileştirebilmesi ve durumu iyileştirirken de ilişkilerini de düzeltilmesi için, bu aşırı anneciliğin altındaki duruma yeniden bakacağız. Örneğin, bir kadının “annesinin oğlu” bir erkekle birlikteliği varsa da, bu durumun neden kaynaklandığını görerek hem kendine hem eşine yardımcı olabileceği paylaşımları yapacağız. Anneci olarak büyüyüp yetişmiş bir çocuğun (anne; madde ve dünyayı temsil ettiği için) daha fazla maddeye, maddi değerlere ve dünyaya değer vereceğini söyleyebiliriz. Bu sebeple çok fazla hesap kitap içinde olacak, hatta bir kısmı da aşırı titiz olacaktır. Ya da bazen daha çok dişil hayata yaklaşımlar gösterecektir. Burada belirtilen; cinsiyet olarak değil herhangi bir alanda aşırı yatay olması, aşırı tembel olması, aşırı yavaş hareket etmesi ya da sadece annesinin onayı için çalışan bir birey olması durumlarıdır. Onun için işyerindeki yöneticilerinin ya da (evlendiğinde) karısının onayı çok önemli olacak; ya da annesi hayattaysa annesinin onayı onun için birinci öncelik olacaktır. Öyleyse annesinin onayına ihtiyaç duyduğu için ruhun, maneviyatın ya da geleceğin onayı değil; dişinin, maddenin onayı öncelik olacaktır. Gelecek planları değil, annesinin sevindirilmesi, mutlu edilmesi çok önemli olacaktır ve ifadelerle de anneyle ilgili çeşitli bağlar, anlaşmalar yapılmış olacaktır. Bazen evliliklerde kadınların kocalarından şikayetleri olduğunda, oğullarına -bazı durumlarda kızlarına da olabilir- kendi enerjileriyle yüklemeler yaparlar ve babalarından şikayetlerini, oğullarının kulaklarına yerleştirirler.  Ve bir oğul babasına kızgınlık ve öfkesini, annesinin terbiyesiyle ve annesinin yansıtması ile alır.  “Görüyor musun, bak baban bana neler yapıyor, babandan neler çekiyorum?” gibi… Ya da babasını kötü gösterecek çeşitli manzaralar yapıldığında, o oğul babacı değil, anneci tarafa geçer. İşte annesinin oğlu serüveni aslında burada annenin, oğlunu babasından soğutma, kötüleme, karalama ya da gizliden kendisine bağlama operasyonudur. Ve o oğul, “babamın yapmadıklarını, yapamadıklarını ben sana yapacağım” diye bir rol üstlenir;  bir şekilde annesine karşı kendini sorumlu hisseder. Bu bir modeldir.  Başka bir modelde ise anne, o oğlu kendine bağımlı kılarak, tembelleştirerek, maddi ve manevi oğluna akıtarak, aktararak, hatta bazen diğer kardeşlerine vermeyip, o seçilmiş olan kurban olan oğula, bazen kızlara ya da diğer erkek kardeşlere değil, o seçilmiş olan bir tane oğula fazla vererek bir anlaşma, bir işbirliği içine girer. İşte bu tip durumlarda yine o oğul ile anne arasında bir köprü meydana gelir. Ve o oğul başka kadınlarla evlense de, başka ilişkiler bulsa da onun birinci dişisi annesi olur. Annesiyle kurduğu bu bağdan dolayı her zaman diğer kadınlara karşı daha temkinli, daha az güvenli olur. Diğer kadınların bir gün gidecekleri ve kendisinin annesine kalacağıyla ilgili bir şuuraltı kodlamasına sahip olur ki bu durumlarda çoğu zaman da tekrardan zaten annesinin evine dönmek, annesinin yakınına gelmek ya da bu yakınlığı fark ettiğinde, mümkün olduğunca onu görmeyeceği kadar uzaklara koymak durumunda kalabilirler. Hepsi aslında aynı mekanizmanın ürünleridir. Bunların her bir tanesinin  yine madde ile, dünya ile bir bağı vardır. Eğer burada anne, babayı çok fazla kötüleyip, oğlunu babayı çok kötü bilen bir evlat haline dönüştürdüyse de; o oğul o kadar fazla maddeci ve dünyacı olur ki materyalizme kadar gitmek durumunda kalır. Birçok ruhsal ve manevi durumu inkârcı bir duruma geçer ve tamamen anneci ya da sembolize ettiği durumlara göre dünyacı, bedenci ve negatifçi ya da sadece dünyanın kanunlarını tanıyıp ruhsal ve manevi kanunları tanımayan birine dönüşür. O yüzden eğer bir oğul, bir erkek çocuğu babasına öfke kızgınlık ya da isyan halindeyse; bu onu aynı zamanda devletine, otorite figürlerine ya da ilahi mekanizmaya karşı da isyan, inkar haline dönüştürecektir; hayatın ve kainatın kanun ve nizamını da görmez olduğu, tanımadığı ve ona da itiraz ettiği bir durum oluşturacaktır. Dolayısıyla, oğullarını yetiştiren anneler çocuklarını babaları ile barıştırmak, barış sağlamak zorundadır. Kadın şunu diyebilir; “Tamam da ben kocamdan ayrıldım ve kocam şöyle şöyle bir insandı.”  O senin kocan, oğlunun ise babası. Oğlunla babasının arası kendi aralarında bilecekleri iştir. İyileştirme çabasında olmana da gerek yok, kötüleştirme çabasında olmana da… Oğul o babayı kendi seçti, aynı seni seçtiği gibi. O yüzden, anneyseniz böyle davranacaksınız. Eğer baskıcı bir annenin, kontrolcü bir annenin oğlu olarak dünyaya gelmişseniz; neden bu şekilde dünyaya geldiğinizi hatırlayıp, bilip, bu baskıyla ve bağımlı bağ ile topraklanmaktan kaçının.  Burada gizliden gizliye anneye öfke başlayacaktır. Kızgınlıklar ve öfke patlamaları ile ilişki aslında çok iyi gibi görünüyor olsa da, bazen çok kötü sonuçlar, kavgalar ya da itilmeler getirecektir. Burada fark edilmesi gereken şey, annesinin oğlu olan çocuğun hem annenin hem babanın oğluna dönüşmesi ve her iki tarafla barış haline geçmesidir. Aile, model ve kodlamaların her birimize olan etkilerini fark ederek, bu karanlık gibi görünen noktalara ışık tutarak aydınlanmak ve bu alanları iyileştirmek mümkündür. Sevgilerimle, hoşça kalın. Ünal Güner Kaynak: https://www.unalguner.com/d/50652/annesinin-oglu-olmak-aile-dinamikleri-ve-ruhsal-iyilesme-yollari
Yaşadığımız Dualite Evreninde Göreceli Bir Kavram: İyi ve Kötü

Ünal Güner | Ol An'ı okuyarak kendini ve hayatını iyileştir

Yaşadığımız Dualite Evreninde Göreceli Bir Kavram: İyi ve Kötü

on Ağu 02 2025
İyi ve kötü; her birimizin merak ettiği, anlamak istediği, doğanın içerisinde -bir şeyin altı, üstü, sağı, solu ya da içi, dışı gibi kavramlarla- her baktığı yerde seyrettiği bir alandır. İyi ya da kötü, her birimiz için aslında anbean bulunduğu yere göre, şarta göre değişkenlik gösterebilir.  Örneğin, çok soğuk bir yerde buzların içerisinde çok üşümüş bir insan için bir mumun ışığı belki de çok iyi bir şeydir. Öte yandan, çok güneşte kalmış bir insan için küçücük bir ateş bile iyi bir şey değildir. Çölde çok uzun bir süre susuz bir şekilde sıcak ve ateş altında kalmış bir insan için su çok iyi bir şeydir. Fakat o suyun çok iyi bir şey olmasına rağmen, çölde kalan insana doğrudan su içirmezler. İyi olan şeyin bile bir dozu, bir ayarı vardır. Suyu önce ayak tabanlarına sürerler, önce ayak tabanlarının iyi olanı yavaş yavaş alması sağlanır. Daha sonra dudaklarına sürülür ve ondan da sonra kişi suyu içebilecek duruma gelebilir. Öyleyse, iyi ya da iyi olmayan dediğin şeylerin kademeleri ayarları vardır. Tabii ki şuur ve idrak uyandırıcı birçok iyi şey vardır. Fakat o iyi şeyleri her insanın kendi avucu kadar, kendi yüreği, kalbi kadar, kapasitesi kadar alabilme hali, durumu ve şekli vardır.  İnsan olarak tabii ki dualite evreninde yaşadığımız için iyi, kötü diye ayırdığımız bir süreç yaşandı. Fakat şuurlar ve idrakler arttıkça aslında -bir kumaşın iki yüzü gibi- her iki yüze de ihtiyaç olduğunun, eğer bir ceketin kumaşı varsa astarının da olması yani içi varsa dışı, dışı varsa içinin de olması gerektiğinin idrakiyle, zan durumundan tamamen tarafsız bir hal içerisine geçiş de mümkündür.  Bedenin çeşitli organları da iyi kötü zannını, neyin ne kadar fayda ne kadar faydasızlık getireceğini test etme halindedir. Örneğin bedenimizde böbrek organımız, vücudun içindeki sıvıların faydalı ve faydasızlığını ayırt edebilmek üzerine bir sistemdir. Faydalı olan kanı damarlara yollarken, faydasız olan idrarı ise dışarıya mesane yoluyla atmaya yönelik çalışır. Yine karaciğerimiz de, bağırsaklarımız da sindirim sırasında besinin özünü-faydalısını alıp, faydasızını atmak üzere çalışır. İnce bağırsaklarınız o faydalıyı alarak kanın içerisine absorbe edip, diğerlerini dışarıya gönderirken, aslında o an görevini yapabilmek için kendisine faydasız olanı yollar. Öyleyse her birinizin iyiye ve kötüye, ya da o an için kötü diye nitelendirdiğiniz şeye bakışınız, bulunduğunuz yer itibariyle değişecektir. Öyleyse ışığa ve karanlığa karşı da, ruhiyat, maneviyat ve maddiyat olaylarına karşı da çeşitli bakış açılarınız değişecektir. Yani bulunduğun yer senin gerçekliğinse, senin gerçekliğine göre durum değişecektir. Bazen yatayda, uykuda, uyumada, dinlenmede olmak icap ederken, senin için bu durum çok iyi bir hal iken; bazen dirilmenin, uyanmanın, ayağa kalkmanın iyi olduğunu göreceksin. İşte bunların ritmini anlayabilmek ve fark edebilmek için anbean hayatı iyi bir şekilde gözlemleme, duygularını açarak, duygularınla beraber hayatın ritmini seyrederken, “benim için bu an faydalı, alabilirim” ve “bu benim için şu an faydasız, faydalı olmayanı bırakabilirim” diyebilme hali, seni artık bu iyi ile kötü nitelendirmesinin ötesine taşıyacaktır. Yani sen artık trafiğe aşağıdaki yüzeyden değil, uçaktan bakıyor olursun.  Birçok kişi yolun ilerisindekini -mesela orada bir kaza olduğunu- bilmeden araçlarıyla hızla oraya doğru giderken, sen uçaktan, bulunduğun realiteden çok daha ileriyi, durumları tespit ederek, bazen kendine, bazen dostlarına ya da yansımalarına aktarımlar yapabilirsin. Yani iyinin ve kötünün pozisyonlarını kendi bulunduğun hal, yörünge ve durumdan an içerisinde şuurla seyredebilirsin. Bu güzel, farkındalıklı hallere, ikinin bir edileceği, zıtlıkların ortada, tam da kendi merkezinde buluşacağı ve buluşturulacağı hallere geçişlerde, güzelliklerde buluşalım.  Hoşça kalın. Sevgilerimle… Ünal Güner Kaynak: https://www.unalguner.com/d/50479/yasadigimiz-dualite-evreninde-goreceli-bir-kavram-iyi-ve-kotu
Sistem Hareket Edeni Destekliyor! Alışkanlıklardan Akışkanlığa

Ünal Güner | Ol An'ı okuyarak kendini ve hayatını iyileştir

Sistem Hareket Edeni Destekliyor! Alışkanlıklardan Akışkanlığa

on Ağu 02 2025
Alışkanlıklarımızı akışkanlığa dönüştürebilir miyiz?  Evet, dönüştürebiliriz.  Önce alışkanlığın ne olduğunu, neden alışkanlıklara ihtiyaç duyduğumuzu anlayabilirsek; bunları nasıl bir akış haline, akışkan hale getirebileceğimizi de tabii ki fark edebiliriz. Her birimiz bir şey öğrenirken bedenimizin, halimizin, duygularımızın ve duyularımızın bir şeye alıştırılabilmesiyle ilgili çeşitli eylemler yaptık; yürümekten tutun da birçok şeyi öğrenmeye, konuşmaya kadar…  Tüm bunları alıştırmalarla yaptık ve bu alıştırmaların kimisi belki zaman içerisinde otomatizmalarla otomatik bir şekilde oluştular kimisini de bu alıştırmalarla alışkanlık haline getirerek belki birçok işimizi kolaylaştırdık; hayatımızı sanki daha akışkan hale getirmeye çalıştık. Evet bazı alışkanlıklar doğal olarak işinizi kolaylaştırırken, bazı alışılmışlar da hayat ile bağımlı bağlar oluşturmamıza sebep olmuş, bizi rutine bağlamış ve bu alışkanlıklardan dolayı da yatay bir hale getirmiş olabilir. Tabii ki bu durumlar içerisinde bir kolaylık da söz konusu: İşten eve geliyoruz, televizyon seyrediyoruz, sadece bilgisayara bakıyoruz… Aynı şeyler, aynı sistemler… Bu örnekler, bir rutinin içinde olma halini gösterir. “Biz böyle alıştık” diyorsanız; eve aynı yerden gidiyorsunuz, aynı yolu izliyorsunuz, aynı konuları, aynı iş alanlarını takip ediyorsunuz. “Bir kere alışmışız” diyorsunuz ve aynı konulardan muhabbet ediyorsunuz; hayata aynı halden bakıyorsunuz. Neden?  Bu noktada sizin bir konfor alanınız oluşuyor ve bu alışmışlıklar sizin yatay haliniz, aslında sizin kendinizi durdurduğunuz, yavaşlattığınız, akamadığınız yerler haline geliyor. İşte bu akamadığımız yerlerde, akamayan suların bataklığa dönüşmesi gibi; sizin de duygusal ve ruhsal olarak bataklıklarınız ve orada negatif enerji üreteçleriniz oluşuyordu bugüne kadar. Öncelikle buradaki karanlıkta kalmış noktalara teker teker ışıklarımızı tutarak, o alışkanlıkların kendi içimizde bizi esir alan taraflarını fark etmeliyiz. Bu alışkanlıklar arasında bazen bedeninize zarar veren alışkanlıklar da olabilir. Örneğin; sigara, kahve, alkol, bazı uyuşturucu veya kimyasal maddelerin aşırı dozda kullanılması gibi… Ya da bir kişiyle konuşmaya, oyun oynamaya, bir inancın takipçiliğine, bir takıma, bir siyasal partiye alışmışlık gibi. Bunların her bir tanesinde şöyle bir durum vardır ki; siz kendinizi rutine bağladınız. İşte o rutine bağlama yani otomatizmaya, otomatiğe bağlama hallerinde, aslında siz kendinizi robot yaptınız! Bunun için şimdi robot devri geliyor: Kendini robot yapanlar, rutine bağlayanlar için… Her şeyin mekanizmalarının, matematiklerinin, metal makinelerle ve eşyaya yüklenmiş bilgilerle idare edilme devrine geçiliyor. Bu geçişin sebepleri arasında birçok insanın zaten kendilerini, hayatlarını robotik bir evreye sokmuş olmaları yatmaktadır. Fakat uyanmak ve fark etmek isteyenler için, hayatını tat ve neşe alarak aslında akışkan hale getirebilmek bambaşka bir devrim oluşturacaktır.  Hani eskiler ne der? “Eğer bir taş yuvarlanıyorsa, yosun tutmaz” veya “su akıyorsa, ona göre bir temizliği vardır”.  Bizler de aslında akışkan olduğumuzda, hayat içerisinde kendimizi bazen durdurduğumuz, dirençlerle bazen bir yere aşırı bağımlı bağlarla tutunduğumuz durumları fark ederek, bunları bırakarak hayat nehrinin içinde güzel bir akışın içerisine girdiğimizde, hayat bize yepyeni güzelliklerini, tatlarını sunmaya başlıyor. Bunu şöyle düşünün: Çok güzel bir nehrin içerisinde akan bir yapraksınız. Orada kıyıda bir sürü çiçekler, ağaçlar, kuşlar ve benzeri şeyler olduğunu ve her bir tanesi ile selamlaşarak ilerlediğinizi düşünün.  Ya da “ben akmayacağım, duracağım, dibe batacağım ve suyun dibinde geçeni seyredeceğim” derseniz, bu da mümkün; akmak da mümkün.  Ama sistem, hayat her zaman hareket edeni destekliyor. Sen herhangi bir konuda akışkan hale geçmeye kalkıyorsan, alışkanlıkların yerine akışkanlıkların oluyorsa, o zaman hayat sana tatlarıyla, lezzetleriyle dolu dolu akmaya başlıyor. Bakıyorsun ki bir yerden bir iş telefonu geliyor; bir yerden bir ilişki ile ilgili çok güzel açılımlar, yepyeni fikirler, yaratımlar başlıyor; hayat seni destekliyor. Müsaade edelim, hayat bizi akışkanlıklarımızla beslesin. Hayat bizi besledikçe biz gelişelim, büyüyelim. Büyüdükçe daha olgun, daha yetişkin açılardan bakalım. Emin olalım ki, damaklarımızın çok daha güzel tatlar, çok daha güzel lezzetleri alabileceği bambaşka konfor alanları oluşturabiliriz. Bildiğinde direnmek, belli bir alışkanlığın esiri olmak durumunda ya da mecburiyetinde olmak sadece bir zandan ibarettir.  Yeni bakış, yeni fikir, yeni akış ve akışkanlıklarda buluşmak dileğiyle.  Sevgilerimle… Ünal Güner Kaynak: https://www.unalguner.com/d/49914/sistem-hareket-edeni-destekliyor-aliskanliklardan-akiskanliga
Ruhani Farkındalık: Hayat Kitabını Okumak

Ünal Güner | Ol An'ı okuyarak kendini ve hayatını iyileştir

Ruhani Farkındalık: Hayat Kitabını Okumak

on Ağu 02 2025
Gelin birlikte yeniye yeniden bakalım; kendimizi, hayatı, maneviyatı, maddiyatı, yaşayışı, belki “hayat nedir?”i öğrenebilmek için yeni bir bakış, yeni bir anlayışla. Her birimiz öncelikle kendimize bir sürü sorular sormuşuzdur: Neden bu hayatın içerisindeyiz? Neden dünyadayız, neden buradayız? Niçin böyle bir dünya var? Neden bu anneden, neden bu babadan doğduk? Eğer bir yaratıcı varsa, o yaratıcıyı kim yarattı? Eğer onun burada öğretmenleri, elçileri varsa onların görevleri neydi? Ya da böyle bir misyon var mı? Her şey maddeden mi ibaret?  Sadece gördüklerim mi var? Gördüklerimin ötesi var mı? İçin içi, onun derini var mı? Ve ben eğer bunları öğrenmek istiyorsan ben kimim? Ben neyim, nereden geldim ve nereye gideceğim? Burada olmanın amacı ne?  Ben neyim, kimim? Enstrümanlarım neler? Bu hayat nasıl bir yer?  Bu hayatı bana kim anlatacak? Bu hayatın ne olduğunu nasıl öğrenebilirim? Ve buna benzer daha nice soru… Kendinin ne olduğunu, hayatın ne olduğunu anlayabilmek için, emin ol ki her sorunun cevabı var. Hayatın sembol dilini, harfler dilini, okuma dilini anlatan bir kitap yazdık. İsmi “Kaderin Kodu.” Bunu anlayıp anlatabildikçe, fark ettikçe, hayat içerisinde nasıl bir yaşam tarzı istiyorsan bunu kendin oluşturabilirsin.  Ve istediğin tohumlarla kader tarlanda istediğin geleceği, hayatı oluşturabilmen için “Güzellik Tohumu”nu yazdık. Ve çeşitli atölye çalışmalarımızda, seminerlerimizde hayatı başka başka perspektiflerden anlattık. Aynı gibi görünen konuları her seferinde bambaşka açılardan göstermeye çalıştık.  Sen dönüştükçe görülerin, görüşlerin farklı olacak. Bildiğini zannettiğin konulara çok küçük farklı açılardan baktığında, fark edeceksin ki o bilgi bambaşka olmuş, sen dönüştükçe dünya yepyeni bir yer olmuş. Yaşadığın bazı olaylar belki seni zorladı, belki halden hale geçirdi; bazıları isyana ve şikayete götürdü, bazıları şükre götürdü. Oysaki hayat dediğin bu şeyin önce ne olduğunu anlaman gerçekten çok önemli. Çünkü hayata bakış açın, “hayat nedir?” sorusuna verdiğin cevabın belki de şu ana kadar hayatını teşkil etti. Bazı inandıkların, inançların vardı. Onlar sana özgüydü ve o inandıklarını yaşadın. Ve o inandıklarını var ettin, onun suretinde yeryüzünde olmanın hikmetiyle… Ve nasıl ki bu dünyada inandıklarınla, inandığın gibi bir hayat yaşıyorsan, şunu da düşünebilirsin ki; beden ötesi de, ölüm ötesi zannettiğin yer de inançlarını aynı şekilde götüreceğin, yani bir taraftan cennetini ve bir taraftan da cehennemde seni yakacak odunları taşıyacağın bir yer… Bu dünyada her bir kelimenle, her ifadenle neyi nasıl yarattığının -bazılarına bu yaratmak kelimesi belki çok sert gelebilir— O’nun suretinde vardan var edebilme gücünün adıdır, yeryüzünde bizim “yaratıcılığımız”. “Oluşmak” da desek, aynı anlamdadır. O oluşturmanın sahibinin sen olduğunu ve “asıl sahibinin” buradaki vekaletiyle kendi hayatını seçebilme gücünü deneyimleyebilirsin. Onun için kullandığın kelimelere bir dikkat edersin. Hangi kelimeleri kullanıyorsan, o kelimelerle buluştuğun kaderleri görebilirsin.  Bir matematiktir bu. Birisinin illa sana “uluhiyet, ruhiyat, maneviyat şöyledir” demesi değildir. Bu bizzat senin hayatının, yaşamının içindedir. Sadece dışarıdan ispat bekleyen sol beynin yoktur; içinde sevgiyle, kalbinden çağrıyla bilgileri görüp değerlendirme yeteneğin de vardır. Tabii ki beyninin, duyularının, zekanın, aklının da hizmetini güzel bir şekilde alabilmen çok önemlidir. Enstrümanlarını, yani duygularını, düşüncelerini, varlığını, bedenini, enerjilerini ne kadar iyi kullanmayı öğrenebiliyorsan, sana o kadar hizmet edecektirler. Çok gelişmiş bir telefon almış olsan da, onu kullanmayı bilmiyorsan, o sana iyi hizmet edemeyebilir. Öyleyse duygularının ne olduğunu anlaman önemli. Onların her bir tanesi dünyayla bağ kurabilmen için… Hem sana dünyada olduğunu hissettirir, hem geçmişle bağ kurmanı sağlar ve hissiyatlarını elektrik sinyalleri olarak bir şekilde çeşitli sinir hücrelerine kaydeder. İşte duygu böyle müthiş bir yetenektir. Ayrıca, bir taraftan da o çok hızlı elektriksel sinyallerle çeşitli konuları anlayabilmen, fark edebilmen, an içerisinde belki idrak kapıları açabilmen için var olan o elektriksel düşünce sistemlerinin her bir tanesi, senin için bir enstrümandır. Tabii ki istersen bunları kalıplaştırıp kendini geçmişE hapsetme ve bağlayabilme halini de seçebilirsin. Ya da bu enstrümanın güzel yetenekleriyle duygu ve düşüncelerinde zenginleşerek kendini halden hale, manevi zenginliklere, maddi zenginliklere, hayatın güzel tatlarını almaya da taşıyabilirsin. Hatırlayacaksın ki zenginlik kapıları senin elindedir. Ama hangi alanın zenginliğini seçmek istiyorsan, o senin kaderin olur. Bazen zengin olursun zaman konusunda, bazen arkadaş, bazen para, bazen mülk, bazen maneviyat, bazen bilgi…  Bazen hastalık zengini de olabiliriz. Onun için hayatın içerisinde hem iyiliğin, hem iyi olmayan tarafların seçimleri senin iradenle meydana gelir. İradeni ne kadar kuvvetlendirir, faydalıyı faydasızdan ayırt edebilecek özelliklerini ne kadar geliştirebilirsen, hayatının tatlarını o kadar geliştirebilirsin. Bu hayat kitabı sana müthiş bir hediyedir. Açıp kendini, kendinden biri ve bütün okuyabilirsin. Bir şekilde bir zerreyken, kainatın içerisinde milyarlarca ışık yılı öteden görünemeyecek kadar küçük bir dünyada yaşarken, burada var olduğun için, o seyrettiğinin aslında bir parçası ve belki de kıymetlisisin. Eşsiz ve bir tane olarak 200 milyon tane spermden bir tanesi olarak, o annenin rahmi, yumurtası tarafından seçilmiş olansın. O seçilmişliğin şu anda da devam ediyor ki; bu seçilmişliğinin sana armağanı ve hediyesi hayattır.  Hayatının kıymeti burada olmandır. Bu; burada kendini bilmen, kendi değerini bilmen ve belki de kendi değerini bilebildikçe sana sunulan, sana ayrılan ya da “benim için yeterli” dediğin zamanın içerisinde gerçekten var olabilmen ve bunu kıymetlendirip değerlendirebilmendir. Eğer önceliğin sen değilsen, sonrası sen olmayacaksın. “Önce ben” demenin bir bencillik değil ama “hep önce ben” demenin bencillik olduğunu; “kendi merkezinde” olmayla, “ben merkezde” olmanın ayırt edilmesi gerektiğini gördükçe, görebildikçe bir bakacaksın ki evet “önce ben” var. Ama “ben”in hakkını verdikçe, “biz” var ve “biz”in hakkını verdikçe “hepimiz” var. Ama eğer konforunu, sadece maddi dünyanın sana sunacaklarını amaç edinirsen, maddenin kul ve kölesi olma ihtimalin olur. Ya da o manevi taraflara kendini açtıkça kalbinden sevgiyle önce kendini, ondan sonra yansımaları yıkadıkça, sevginin içindeki koşulları kaldırdıkça, koşulsuz sevgiye kendini açtıkça, bu sefer kalbin seni yıkar; kalbin yıkandıkça, sana içeriden “gel” der, “buraya gel” der. İçerden içeriye açılan kapıdan, kalbinden içeriye girebildikçe, orada o bir kalbin içerisinde kainatı keşfetme şansın vardır. Dışarıda zannettiklerinin içeride, içeride zannettiğinin ya da gördüklerinin de dışarıya yansıyan olduğunu fark ettikçe, kendini hayat aynasında kendini seyreder bulursun. Seyrettiğinin, “dünya” dediğinin, “anne baba, aile, ülkeler, tüm olaylar” dediğinin seni kendi merkezinden nasıl yansıttığını gördükçe de, kendini bilmenin Rabbini bilmek olduğunu görürsün. Onun için kendini bilmek; gerçekten de tam burada olmak ve burada an içerisinde aynıyı aynada görebilmektir. Ve bu görmek bir buluşmaktır, bir buluştur. Bu buluşun içerisinde kendini buldukça, o aracın içerisine onu gerçekten hakkını vererek kullanmaya geçersin. Bu, kul olmaktan kullanan olmaya geçiştir; yani kullara kendini kullandırmaktan, gerçekten o “bir olan” için kullanılmaya…  Ve o bir olan için kulluk da, seni Allah'ın eli ayağı gözü olmaya götürür ki; senin gözlerinden seyrettiğini, seyredileni gördükçe, sevdiğinle sevildiğini ve o ilahi aşkla ne kadar bütünleştiğini görürsün. Ve bu sefer o aşkın elinden çıkan her işe, ağzından çıkan her kelimeye ve her ifadeye aktığını gördükçe coşarsın; hayatın kıymeti, değeri artar ki arttıkça sen değerlenirsin, yaptığın iş değerlenir, enerjin değerlenir zamanın değerlenir ve böylece hayata değer katarsın değerlerinle. Her birimizin anbean seçim hakkı vardır: Hayatımızı çok güzelleştirebilir ya da istersek güzelliği kenara koyabiliriz. Her ifademizle, her duygu tohumumuzla hayata, kader tarlamıza güzellikler ekebilir ve o güzellikleri, mesela güzel emeklerimizle, üretim enerjilerimizle sulayabiliriz; O’ndan, Bir’den gelen gücün ışığıyla, güneşiyle güçlendirebiliriz, irademiz ve doğru kararlarla yelkenlerimizi şişirebiliriz ve sevgiyle tüm o dileklerimizi, niyetlerimizi ve ifadelerimizi kabule geçirebilir ve kabulle belki güzel ifadelerle dillendirebiliriz. Dillendirdikçe dönüşüme, hayatın güzel meyvelerini vermeye ve o güzel meyvelerden belki yansımalarımıza sunmaya; o yansımalara verdikçe, buyur ettikçe şükürle, teşekkürle şu anda belki birbirimize olduğumuz sevgi ve muhabbetle “iyi ki varız, iyi ki bunu sipariş etmişiz ve iyi ki buradayım, iyi ki bu hayatın içinde dolu dolu yaşamayı seçmişim, çok şükür, iyi ki bu anlayışta, bu farkındalıkla ve tam da buradayım; seçimimi de, kendimi de, burada olmamı da kutluyorum” diyebiliriz. Ve bu sefer Hayat Kitabı bize sevgisini, güzelliğini, bildiğini ve birliğini açar ve kainatın sırları, alemin sırları bizden bize açılır. Öyleyse “oku” kendini ve hayatı, güzelliklerle… Başlangıcımız hayırlı olsun. Hoş geldin. Sevgilerimle… Ünal Güner Kaynak: https://www.unalguner.com/d/49810/ruhani-farkindalik-hayat-kitabini-okumak
Bütünsel Gelişim ve Evrensel Eşitlik Felsefesi

Ünal Güner | Ol An'ı okuyarak kendini ve hayatını iyileştir

Bütünsel Gelişim ve Evrensel Eşitlik Felsefesi

on Ağu 02 2025
Bu dünyada her insanın, gözünde büyüttüğü ya da küçülttüğü alanlar, durumlar, kişiler veya koşullar vardır. Oysaki en başta bilinmesi gereken şudur: Birilerini kendinden aşağıya koyanlar, onlara küçümseyici bir şekilde bakanlar, başka bir alanda kendilerini de birilerinin aşağısına koymak, ezik ve yetersiz görmek durumundadırlar. Bu sistemin dengesidir.  Evren, her birimize tek bir sistemle, aynı şekilde bakar. Mikrodan makroya bütün yaratılanı eşit görür. Nasıl ki yaratandan ötürü yaratılanı sevmek diye bir kavram varsa, yaratandan, onun birliğinden ötürü de yaratılanın birliği ve eşitliği vardır. Her birimiz bir hücrenin, bir zigotun, spermle yumurtanın birleşip trilyonlarca hücreye dönüşümünden var olduk.  Yani bir tane hücremiz vardı, bu hücre çoğaldı ve gözü, eli, tırnağı, kalbi, bağırsakları vs. O tek bir hücrenin içerisindeki bilgi meydana getirdi. Bizlerse, “bir”den başlayan bu yolculuk içerisinde çeşitlilik arttıkça, yargısal seçimler yapmaya, yani kayırmaya başladık. Benim göz hücrem o kadar kıymetli, o kadar önemli ki gözümle pek çok şey görebiliyorum, renkleri algılayabiliyorum, bunu yapıyorum, şunu yapıyorum vs. demeye başladık. Oysa diğerleri ne yapıyor zannediyorsun?  Kulakların daha mı az değerli? Dilin, damağın, dişlerin, bağırsakların, kalbin daha az mı değerli? Hepsi bütünün bir parçası değil mi? İşte bu dünyada da her bir varlığın, her bir canlının, her bir insanın, aynı organlarımız gibi bir görevi, bir programı, bir hedefi ve bu dünyaya gelme nedeni vardır. Hepimiz bu nedenleri gerçekleştirmek için buradayız ve her birimiz bu süreçte Bir’in karşısında eşitiz. Her birimiz bu okulun bir talebesi, talep edeni olarak buradayız, burada bir talebe birliğimiz var. Birimiz daha çalışkan, birimiz daha tembel olabilir. Bu çalışkanlık ya da tembellik de bizi, diğerlerinden bir adım daha ileriye ya da daha geriye götürebilir. Bu durum dolayısıyla, kurulu birliğin içerisinde aramızda herhangi bir ayrım yapılmaz, destek sunulur, gelişmemize yardımcı olunur fakat biz her an olduğumuz gibi kucaklanırız. Yani senin gözlerin kulağından çok daha iyi çalışıyor diye, kulağım olmasa da olur demezsin. O kulak da benim kulağım dersin ve onun daha sağlıklı olabilmesi için çabalarsın.  Biz de bu birlik sisteminin içerisinde önce tüm olanları, tüm insanları kucaklamak ve bir görmek, birbirimize, varlığımıza ve ruhumuza saygı duymak durumundayız. Bu dünyada her birey görevini, vazifesini yapar. Bir gün Mevlana çarşıda gezerken, adamın birinin iki kolundan tutup asmaya götürüldüğünü görür.  “Ne oldu, ne yapmış? Bu adamın suçu ne?” diye sorar. Cevap gelir: “Bu adam defalarca hırsızlık yaptı, hapis yattı ve yine yaptı, en sonunda ölüm cezası aldı.” Birçok kişi o adama yargılayıcı gözle bakarken, Mevlana şöyle der: “Desenize, son nefesine kadar, ölümü pahasına görevini yapmış.” Onun görevi, topluma geliş misyonu o. Bu onu affetmek gerektiği anlamına gelmez. Mademki görevini yapıyor, onu serbest bırakalım demek değildir. Fakat onun kendi görevini yaptığını görebilen göz olmak önemlidir. O, o anda bu görevi yapıyor ama kâinatın sonsuz ilerleyişinin içerisinde daha birçok görev yapacak. Her birimiz yapacağız.  Düşünsenize, biz bu sonsuz kâinatın içerisinde sadece bir yaşa kadar, belli deneyimlerle belli bir alan içerisinde yaşayıp gitmek için mi geldik? Her birimiz sonsuz varlıklar olarak, sonsuz evrenlerde, gezegenlerde ve dünyalarda doğmuş ve doğacak varlıklarız. Bu sistem içerisinde bizden milyonlarca yıl ileridekiler bile bizi küçümsemezken, bizim kendimizi başkalarından daha yüksek ve daha düşük gören taraflarımızdan sakınmamız çok önemli. Bu bizi bir taraftan kibre, bir taraftan aşağılık duygusu ve kompleksine götürebilir ve aşağılık duygusuna girenlerin birçoğunun kendilerini yetersiz ve değersiz hissettikleri için, zamanı, bedeni, hayatı, sağlığı, bilgiyi ve ruhu saçan ve saçmalayan olma halleri vardır. O yüzden bu birliği kabul edebilmeniz, yani ne aşağıda ne yukarıda herkesi bizimle aynı platformda görmeniz çok önemli. Bir kişi bilgi veriyorsa saygı duyarsın; sana yardım ediyorsa, saygı duyarsın; güzel bir aktarımı, bir şifası varsa, saygı duyarsın; teşekkür eder, şükreder ve helalleşirsin. Ama bu kişiler, şifacılar, bilgeler vs. hiçbirisi senden daha yukarıda değil.  Sen biliyor musun ki bir adım sonra, nerelere geleceksin, bir rüyayla uyanıp neler yaşayacaksın? Kaldır kendine koyduğun o engelleri! Aşağının da yukarının da bu dünyada var olmuş olduğunu bilerek, var olmanın kıymeti ile burada bulunup, gerçekten şükretmek durumundayız. Şükürler olsun ki varız! Bu var oluşun kıymetini bilen olalım. Yaşadığımız tekâmül dünyasının içerisinde her bir nesne, her bir atom, her bir zerre ve her bir eşya, aynı tekamülün bir parçasıdır. Öyleyse selamlaşalım, bizimle selamlaştıkları gibi.  Bu farkındalık ve algılama ile; ikinin birliğini, aşağının ve yukarının, sağın ve solun, farklılık ve karşıtlık gibi görülen tüm durumların eşitliğini ve dengesini görebilen olalım... Sevgilerimle... Kaynak: https://www.unalguner.com/d/45141/butunsel-gelisim-ve-evrensel-esitlik-felsefesi
Neden Buradayım? Varoluşsal Yolculuk ve Bütünsel Gelişim Rehberi

Ünal Güner | Ol An'ı okuyarak kendini ve hayatını iyileştir

Neden Buradayım? Varoluşsal Yolculuk ve Bütünsel Gelişim Rehberi

on Ağu 02 2025
Neden Buradayım? Bu soru, her birimizin zaman zaman kendimize sorduğu bir sorudur. Ben de çocukluğumda yaz akşamları dışarıda yatıp, yıldızları seyrederken bazen sorardım: “Bu kadar büyük bir kainatın içerisinde, sayamayacağım kadar çok yıldızlar var ve ben minnacık bir şey olarak neden buradayım? Burayı seyreden kim ve acaba seyrediliyor muyum? Bu soruların anbean dönüşen, bizi geliştiren, bize yepyeni şeyler fark ettiren cevapları vardır. Kendinizi ilk hatırladığınız zamana bir gidin. Kiminiz 1 yaş, kiminiz 2 yaş, kiminizse 5,6  yaş civarını hatırlayabiliyorsunuz. O, küçükkenki size gerçekten baktığınızda göreceksiniz ki, içeride bir tane de şu andaki sizden var. Bedeni çok küçük de olsa, dışarıya çok büyük bakan bir siz var. Bugün çok ileri yaşlarda olsanız bile, onunla şu anki siz arasında ne kadar ortak hallerin olduğunu göreceksiniz. O anda da fark eden, algılayan, kocaman bir varlık var orada. Ve “Bu daha çocuk, bilmiyor, anlamaz.' zannettiğiniz çocukların, ne kadar çok şey bildiğini, fark ettiğini, böylece görebilecek ya da hatırlayabileceksiniz. İşte ben de 4-5 yaşlarında, neden burada olduğum sorusunu kendime sorduğumda o, burada olma halinin kırıntılarının damağımdaki tadını hatırlıyorum. Zaman içerisinde ise, çeşitli olaylar bu tadı insana unutturup, onu yeniden aramaya çağırıyor. Peki gelin şimdi bir daha bakalım. Neden buradayım? Öncelikle bir bedenin idaresindeyim. Duygu ve düşünce enstrümanlarını ve bu fizik bedeni yöneten bir avatarım. Varlığımla… Ama varlığım, bedenim, duygu ve düşüncelerimden de içerisi var. Hani Yunus’un “Bir ben var, benden içeri…” dediği gibi. O, benim Öz’üm.  Özümden gelenin ya da kaynağından akanın, buraları besleyip şekillendirmesi ve yönetmesinin seyrindeyim.  Burada gördüğüm, seyrettiğim her şey, yine benim potansiyelimin, duygu, düşünce frekanslarımın bir nevi dışarıya yansıttıkları. Yani aslında dışarıda seyrettiğim, kainat dediğim, dünya, evren dediğim, parçacıklar dediğim, atom, madde, eşya dediğim her şey içeride olanın dışarıya yansıması… Çünkü ben O’nun suretinde yaratılmış, O’nun halifesi olarak birden bir parça ve bir zerreyim. Kendi merkezimde, bulunduğum yerden etrafa holografik olarak yansıttığım bir simülasyonun içerisindeyim. Ve gördüğüm her şey ya da var olduğunu zannettiğim her şey de önce bende oluşup, benim projeksiyon sistemimden hayat aynasına her an yansıtılıyor.  Düşünebiliyor musunuz, her birimiz bir projeksiyonla hayat aynasına bir görüntü yansıtıyoruz ve bu görüntülerin hiçbir tanesinin kuyruğu birbirine değmiyor. Hiçbir tanesi birbiri ile çakışmadan, her birinin ortak buluşma yerinin adı da; dünya. Ve her birimiz, kendi hayatını ve kaderini oluşturabilme yetkisiyle, kendi potansiyelimizden aldığımızı, bir taraftan yazarak, yönetmenliğini, kameramanlığını, ışıkçılığını yaparak, bir taraftan da başrolleri ve figüranları oynayarak sergilemekteyiz. Fakat bunun daha derininde olan özümüz ve onunla bağlantılı olarak aslında bizim ilahi yaradılış mekanizmamız tüm bu kurguyu belki de çoktan yapıp bitirmiş ve seyreden olarak bizi sinemasına davet ediyor, “Gel Ünal, protokol koltuğunda ve bu dünya kainat sinemasının galasında sana yer ayırdım. Benim yanımda otur, bunu seyret.” diyor. Ve bu muhteşem galanın içerisinde, her birimiz onun yanında, onunla birlikte dünyayı, hayatı seyretmeye başlıyoruz. Ve bu hayat denilen şeyi seyrederken aslında bir taraftan bütünün yansımasını, bir taraftan da bütünün bir parçası olarak aynı anda kendimizden yansıyanı seyrediyoruz. Ve ne zaman ki buna şahitlik yerine, olana müdahaleler, yorumlar yapmaya, olanı yargılamaya başlıyoruz, işte o zaman yeni kaderler yaratıyoruz. Ve kim ki başkalarına kaderler yaratıyor, yarattığı kaderi sorumluluk ve yükümlülük olarak kendi hayatına da çekiyor. Öyleyse her birimiz kendi hayatımızın bir taraftan efendisi, bir taraftan yaratım anı içerisinde yaratıcısı, yarattım anının sonrasında ise, o yaratılanın kulu oluyoruz. Seyredilen bu mükemmel sinema, bu hayat sineması bize buranın tadını almak için mükemmel bir hediye. Fakat bu hediyeyi almak yerine; yargılayan, sistemi eleştiren, öteleyen ya da çeşitli şekillerde kendisini bunun çok üzerinde ya da çok altında görenler için ise bambaşka bir sistem başlıyor. Bu sefer o cennet gibi olan hayat, verilen o Yaradan'ın ışığı, kimisini yakmaya, cehennem ateşinin içine almaya başlıyor. Yani aslında insanın kendi seçimi, bir bakıyor ki cennetini ve cehennemini, pozitifini ve negatifini oluşturuyor.  Öyleyse insan, hem kendi cennetini ve cehennemini seçebilme hakkına sahip, hem de olanı seyredebildiği ölçüde, olanın şahitliğindeyken de mükemmel bir hayatı oluşturabilecek durumda. İnsan sadece olanla birlikte akabilmenin şuuruyla, aslında “Buradayım!” dediği anda, o bir an içerisinde, birçok yerde var olabiliyor. Bu yüzden, özellikle bugünkü kuantum fiziği ve sicim teorileriyle de biraz olsun anlatılmaya çalışılan şu: Bir şeyin sadece bir yerde değil aynı anda birçok yerde olabilme durumları bize gösteriyor ki, biz burada sadece bir halimizle varız.  Evet bir halimizle buradayız ama aynı anda çok yerdeyiz. Buradaki halimize tam olarak odaklanmamız ve ayaklarımızı yere sağlam basmamız çok önemli ki; bu pergelin merkezi... Ama pergellerimizin diğer tarafı ile dünya ve kainatın birçok yerine dokunup birçok yerinde eyleme geçebilir, fayda verebilir ve farkındalığımızı arttırabiliriz. Eğer gerçekten tam buradaysak, diğer mekanlardaki ve zamanlardaki parçalarımızla da şuurumuz ve idrakimiz ölçüsünde bağlantıya geçebiliriz. Yani burada olmak demek, çok yerde olmak demek. Öyleyse, gerçekten burada olmanın hakkını vermek için buradayım... Ve burada olmanın hakkını verdiğim an ise, artık yollar ve kapılar açılarak birçok yerde parçalarımla mevcudum… Sevgilerimle...   Kaynak: https://www.unalguner.com/d/45136/neden-buradayim-varolussal-yolculuk-ve-butunsel-gelisim-rehberi
Kendi Ruhumuzun Rehberliği: Aslolan Muhabbettir

Ünal Güner | Ol An'ı okuyarak kendini ve hayatını iyileştir

Kendi Ruhumuzun Rehberliği: Aslolan Muhabbettir

on Ağu 02 2025
Bugün birçoğumuz, karşıtlarımızdan besleniyoruz. Yani biz eğer herhangi bir duygunun, davranışın bir ucundaysak, o ucun iyice aşırısına gitmişsek, doğal denge prensibi gereği diğer uçları hayatımıza davet ederek bir beslenme sistemine giriyoruz. Mesela, kimisi aşırı titizdir. O kadar kendini kirli hisseder ki hayatına dağınık insanları çeker. Kimisi çok konuşur, hiç konuşmayan suskunları çeker. Kimisi çok kavgacı, saldırgandır, çok sessiz ve yumuşaklarla buluşur. Yani biz herhangi bir konuya ne kadar karşıtsak, o konunun ne kadar aşırı ucundaysak, bu sefer hayat bizi diğer tarafla, diğer uçla buluşturur. Eğer herhangi bir konuda negatiften beslenme ihtiyacınız varsa, acıtılmaktan, incitilmekten, öfkelendirilmekten, kızdırılmaktan, korkutulmaktan, endişelendirilmekten beslenme ihtiyacınız varsa, tabii ki bu ihtiyacınız, bu duygularla beslenecektir. Yani size sunulacak olan doğal olarak negatif beslenme araçları olacaktır. Fakat burada ne kadar negatifin altlarına aşağılara gidiyorsanız, pozitifin de bu sefer diğer uçları ile ilgili – bu iyi demek değildir, yani aşırı hareket ya da travma oluşturucu, aşırı hareketlendirici durumlar ve sistemlerle hayat sizi bir araya getirir – olaylar ve durumlar çağırırsınız. Eğer siz sadece zihninizin doyacağı konular ve alanlarla beslenme ihtiyacındaysanız, “sadece beni ikna ettiklerinizi içeri alırım, kalbimi dinlemem, sadece dışarıya bakarım, içeriye değil” derseniz, dışarıdan beslenirsiniz. Bugüne kadarki öğrenme sistemimizin çoğunluğu beden aracılığıylaydı. Yani duyularımızla, duyarak, işiterek, görerek, dokunarak öğrendik. Bir şeyler bize anlatılarak, bir şeylere ikna edilerek öğrendik; inanç sistemleri ile ya da birinin bir tavsiyesi ya da bir aktarımı ile bir şeyler duyduk ve öğrendik. Bunların her bir tanesi bizim için bedensel öğrenme yolları ve yöntemleriydi. Yani dünyasal... Kimi sanki gerçekten bizim ruhumuzu besliyor gibi hissettirdi. Kimi çok hazlar verdi. Kimi içimizi kapattı. Kimi duyguda, kimi zihin ya da mekanikte bize bazı şeyler gösterdi. Peki hayat, sadece duyularla ilgili değilse, ruhsal beslenme deyince ne anlayacağız? İşte burası bir dönüm noktası çünkü bugüne kadar bize dünyada öğretilen, anlatılan sadece bir bedensel öğretmeydi. Oysa ruhsal öğrenim bedenselin ötesinde başka bir öğrenim ve beslenme sistemini açmakla başlıyor. Bunlardan bir kısmı tabii ki bizim ilham kapılarımız, sezgilerimiz. Sezgilerimiz aslında bedensel ile ruhsal alanlar arasındaki köprü bağlarıdır. Yani eskilerin deyimiyle, kalp gözünü bir yerde açarak, kalbin duyularını ve pusulasını, nereden ne öğreneceğine açarak, hayatın bize söylediklerini sadece bilgiyle teknik olarak değil, sadece duyular aracılığıyla algılamak da değil, artık hayatın aktardığı bilginin ötesindeki tesiri, ince enerji alanlarını okuyarak öğrenmeye geçme alanımızdır burası. Bu anlattığım medyumluk yani bir başka bir frekansın sizin bedeninizi kullanarak size aktarması değil. Bu sizin kalbinizin özünüze bağıyla, bağlantıyla, yani ruhunuzdan size direk olarak hâlin, hayatın, bilginin ve bilgeliğin açılarak aktarılmasıdır. Tabii ki bu hâle gelebilmek için öncelikle hayatı iyi okuyacağız. Hayatı okumayı, kaderi okumayı, ânı okumayı öğrendikçe, artık tesir ve kalbimizin titreşimlerini de okuma konusunda ustalaşacağız. Ve aslolan muhabbettir sözündeki muhabbet kendimizle başlayacak… Her birimiz kendimizle olmakta , kendimiz olmaktan mutlu olup huzur duyacağız. O huzur, en çok, biz kendimizle olduğumuzda artacak. O anda tüm kainatla birlikte olmak olacak bizim biz ile, kendimiz ile, ruhumuz ile birlik hâlinde olmamız. Bunu yapabildiğimiz ölçüde bir bakacağız ki kapılar açılmış, hangi sorunuz varsa - Başlarda belki teknik, zihinsel bir sürü sorularınız olabilir ama zamanla bunlar elenecek. – sizden size cevaplanmakta… Ve gerçekten kendinize, kendinizle birlikte gidip, kendinizle buluşabilmenin yollarını ve sistemlerini danışacaksınız ve danıştıkça, kendinizden kendinize yardım eli ve köprüler kurulacak. Bu her birimizin ruhumuzdan beslenmeye başlaması için ilk adımlar olacak. Bu süreçte bizler, dışarının bizi beslemesine olan ihtiyacımız devam ettiği müddetçe dışarıdan besleneceğiz. Tabii ki birbirimize rehberlikler, yardımlar yapacağız. Ama bütün bu yardımlarımızın gideceği bir nokta var ki her birimizin kendimizle buluşarak, kendi rehberlerimizde, kendi ruhumuzun rehberliğinde, kendimizle, kendi yolumuzda olabilmek… Bu yoldan sapanlar yoldan çıkabilir, kandırılabilir. Çünkü dışarısı bize ışığın oyunları ile gelir. Gördükleriniz ve duyduklarınız yanıltıcı olabilir. Ama hayatı okumanın ileri tekniklerinde tesir okumayı öğrendikçe, siz artık okuryazar olursunuz. Tesir okuryazarlığı bu dünyadaki en kıymetli enerji alanlarından bir tanesidir ki bunun diğer adı Hızır ilmidir. Yani olanın perde arkasını, görünenin de ötesini görebilme yeteneklerimiz açılır. Öyleyse gelin, önce dileyelim: Ruhumuzdan beslenen olalım, ruhumuzun beslenmesiyle coşalım ve bu coşkuyu paylaşalım, alalım, aktaralım ve bu coşku ile akalım… Sevgilerimle… Kaynak: https://www.unalguner.com/d/41817/kendi-ruhumuzun-rehberligi-aslolan-muhabbettir